israf ekonomisi nedir, israfin ekonomiye zararlari, israfin ulke ekonomisine zarari, israfin ulke ekonomisine zararlari, israfin ulkeye zararlari, israfin zararlari, ...
İsrafla ilgili hemen hepimizin ilk öğrendiği yemek sırasında düşen ekmek kırıntılarının toplanması gereğidir. Çok çeşitli motiflerle ekmek kırıntılarını toplamaya teşvik edildik durduk malum. Minicik gönüllere en tesirli olanı da “onları toplamazsan, ağlar, sen duymazsın ama onlar ağlarlar! deyişidir ana babalarımızın. Halen de Türk toplumu büyük ölçüde bu “ekmek kırıntısı toplama” kampanyasını sürdürür. Sürdürür de, bir yılda çöpe giden ve değeri tek kalemde milyar dolarlarla ifade edilen ekmek israfının önüne geçilememektedir.
Yani minik beyinlere verilen “kırıntı toplama” mesajı, beyinler büyüyünce tesirini kaybetmektedir. Üzerinde bizim kadar hassasiyet gösteren toplum var mıdır bilemiyorum, ama çok çeşitli sebeplerle bu ekmek israfı sürer gider. Her gazete için senede bir gün bir sayfayı kurtaran bir haber olur.
Oysa bunun dışında şöyle başımızı ellerimizin arasına alıp düşünsek daha neleri israf ettiğimizi görürüz. Görürüz de ümitsizce “bu işle başedilmez” önyargımızı dillendirir, geçer gideriz.
İlk okuldan üniversiteye kadar “öğrenme” yerine “eğitmeyi” yani bir bakıma hayvan terbiye etme karşılığı olan bir fiili kullandığımız için, “beyin israfı”mız son haddindedir. Düşünme ve muhakeme etme yerine dikte edileni körü körüne öğrenip aktarma esasına dayalı sistemimiz beyinleri dumura uğratıp israf etmektedir.
Tarım arazilerimiz her nesilde mevcut miras hukukumuz çerçevesinde öyle bölünüp parçalanmış ve ufalanmıştır ki, bu arazilerin sınırlarını belirlemek için açılan, ark ve hendeklerin yüzölçümü, belki ekonominin belini büken yatırımlarla gerçekleştirmeye çalıştığımız GAP projesiyle kazanacağımız sulu tarım arazisinin kimbilir kaç katıdır.
Mesela benim bildiğim Almanya’da “Ekber evlat hakkı” yani büyük çocuğa tarım işletmesini devam ettirme ve diğerlerinin haklarını ödeme tarzındaki bir uygulamayla bu parçalanma belli ölçüde önlenmektedir.
Kaynak israfı
Sanayimiz de aşağı yukarı aynı dertle mustariptir. İşletme büyüklükleri o kadar küçüktür ki, kaynakların optimum kullanılmasının esas unsurları olan araştırma geliştirme ve şirket içi eğitim faaliyetlerine fon ayırabilen şirket sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Bu durum klasik yönetim hatalarından doğan kaynak israfını şiddetlendirmektedir. Ama büyük şirketlerde meydana geldiğinde medyatik muhabbetlere sebep olan iflas ve kapanmaların, belki yirmi otuz mislisi küçük işletmelerde meydana gelmekte ama, göze ve kulağa batmamaktadır. Aslında “Türkiye Çölleşmesin” diye yırtınan TEMA liderleri değerli Hayrettin Karaca ve Nihat Gökyiğit ve benzeri iş dünyamızın duayenleri için ekonominin belini büken “şirket erozyonu” ile uğraşmaları da enteresan bir “hobi” olabilir.
Siz de başınızı ellerinizin arasına alıp daha nice israf kalemleri için kalem oynatabilirsiniz. Bu mevzu daha çok su kaldırır deyim yerindeyse. Ama Avrupa Birliği’nin aklımızı başımıza toplayıp, kazasız belasız atlatabilirsek Kopenhag Kriterlerinden sonra, önümüze konulacak olan ekonomik kriterleri, yani Maastrich Kriterleri çok fazla su kaldırmaz. Çünkü orada siyasi “geyik muhabbeti” değil ölçülebilir ve rakamlaştırılmış ekonomik veriler ölçü alınacaktır. Bunun için ise belki de en önemli kriter “verimliliktir”. Hiç kimse müsrif ve hımbıl biriyle ortak olmak istemez. Verimlilik ise, tabii, mali ve insanî kaynakların adam gibi kullandığı aklı başında yönetimlerle becerilir.
İsraf düzeni...
Geçen hafta, salı günü, Mahalli İdare Reformu konusundaki toplantılar sebebiyle Kızılcahamam’da idim.
Bu vesile ile, her biri diğerinden değerli, çalışkan, amatör ruhlu, çalışma ve hizmet aşığı, Belediye Başkanı kardeşlerimle görüşmek, dertleşmek fırsatı buldum. Bir defa daha, aşırı merkeziyetçi yönetimin Türkiye’ye verdiği zararı, israf ettiği değerleri müşahede ettim. Bu kadar baskıya, kısıtlamaya, kaynak sıkıntısına, devamlı tahkikatlara rağmen başkanların ne kadar idealist olduklarını gördüm. (Dilerim ki, Ankara yönetimi de gerçekçi olsun. Mahalli yönetimlere yetki ve kaynak versin. Türkiye’nin iki lokomotifinin özel sektör ve mahalli idareler olduğu gerçeğini kabul etsin.)
Türkiye bir cennet. Kızılcahamam da, bir güzel köşesi. Harika bir tablo. Orman, kar ve sükunet. Tam kafayı dinleyecek, her türlü toplantıyı yapacak bir mekân. (Başkent Üniversitesi Rektörü, Sayın Haberal’a ayrıca teşekkür etmek gerekir. Patalya Oteli, gerçekten harika olmuş. Yurtiçi ve dışı her türlü toplantıya müsait hale gelmiş. Tek mahzuru, kilo problemi olanların dayanması güç mutfağı. Lezzetli yemekleri ve bilhassa tatlıları.)
Her türlü malzemenin, en kalitelisi mevcut. Ne yazık ki, gerekli helva yapılamıyor. Bir türlü beyin reformu gerçekleşemiyor. Gerçek demokrasinin, halkın etkili ve yetkili olacağı sistemin, altyapısına geçit verilmiyor. Neticede de, Türkiye’yi bir şantiyeye çevirecek, ekonomiye dinamizm kazandıracak, belediyeler “israf” edilmiş oluyor.
Tek israf bu mu? Ne yazık ki hayır...
Devamlı politik çekişmeler, suni gündemler, karalamalar, baskılar, çifte standartlar, eskimiş hukuk düzeni, vb. sebeblerle, en kıymetli faktör olan zamanı; israf ediyoruz. Kaliteli insanları devre dışı bırakıyoruz. Ya da yeterince istifade etmiyoruz.
Popülist politikalar yüzünden, mevcut çıkar düzenini sürdürüyor; Devlet kaynaklarını, milli serveti israf ediyoruz.
Kendilerini Cumhurbaşkanımızdan bile yetkili sanan Anıtlar Kurulları, (tamamen politik ve ideolojik saplantılar ile) her tür yatırıma ve gelişmeye engel olabiliyor. Sayıları iki elin parmakları kadar olmayan, bir grup “istemezükçü”, hukuk sisteminin boşluklarını istismar ederek, her icraata engel olmak için, (halkı ve seçtiklerini hiçe sayarak, kendilerini herkesin üzerinde görerek, demokrasiye hiç saygı göstermeksizin) devamlı uğraşabiliyor.
Mevcut, sallabaş, kalitesiz eğitim sistemi ile, (en büyük servetimiz ve şansımız olan) gençlerimiz israf ediliyor. Hiçbir işe yaramayan diplomalar için yılları heba ediliyor. Eğitimin, merkezi yönetimden, mahalli yönetimlere (il özel idareleri dahil) ve özel sektöre devri bir türlü içimize sinmiyor.
Uzun vadeli stratejilerin, ilme dayanan politikaların olmayışı yüzünden; tarım sektörümüz, hayvancılık kapasitemiz, madenlerimiz, israf ediliyor.
Aynı yoksunluk, Türk dünyasındaki potansiyelimizin israf edilmesine sebebiyet veriyor. Yurt dışındaki evlâtlarımızdan yeterince istifadeyi önlüyor.
Batı, Batı diyor, ancak Batı tipi “demokrasi ve lâikliği” kabul etmiyoruz. Farklı fikirlere, hayat hakkı tanımıyoruz. Hasan Celal Güzeller’i, Tayyip Erdoğanlar’ı, devre dışı bırakmak istiyoruz. Milli ve manevi değerlerin gerçek analizini yapmıyor; bu hasletlere sahip insanların kalitesini, yaptığı hizmetleri, vatan ve insan sevgilerini, dürüstlüklerini, sanayi, ticaret, eğitim, sağlık vb. tüm konulardaki başarı ve kalitelerini görmezlikten geliyoruz. Her fırsatta dışlamaya, engel olmaya, kötülemeye çalışıyoruz. (İnançla, imanla, dinle hiç ilgisi olmayan tiplerin; sapık ve insanlık dışı davranışların karasını, inanç sistemine ve topluma sürmeye çalışıyoruz.) Çifte standart uyguluyor, haksızlıklar yapıyor, “emaneti ehline vermekte” kasıtlı davranıyoruz.
En önemlisi, kendimizi israf ediyoruz. Çağa ayak uyduramıyor, rekabeti kabul etmek istemiyor, kendimizi “yeri doldurulmaz” sanıyoruz. Politikadan-spora; kulüp başkanlığından, gönüllü kuruluş veya meslek odası başkanlığına kadar; işgal ettiğimiz mekanları, daha genç, daha ehliyetli ellere teslim etmek istemiyoruz.
İsraf düzeninin sona erdiği gün, Türkiye’nin de önü açılacaktır.
İsraf edilen kaynaklarımız...
Türkiye, varlık içinde yokluk çeken bir ülkedir. Aşırı merkeziyetçi yönetim tarzı; popülist politikalar; mevcut vurgun ve sömürü düzeni; kaynaklarımızın har vurup harman savrulmasına devam ettirir durur.
Neticede, bütçesi devamlı açık veren, borçların ana parasını değil faizlerini ödemek için daha yüksek faizlerle devamlı borçlanan, günde 59 trilyon TL. borç faizi ödeyen, yatırımları sıfıra inen, IMF vb. kuruluşların esiri durumuna düşen, gelir dağılımı inanılmaz boyutlarda dengesizleşen, bir duruma düşmekteyiz.
Pazar günkü, Türkiye Gazetesine bakıyorum. Ankara Sanayi Odası Başkanı, Zafer Çağlayan feryat ediyor: “Toprak anlayışımız komünisttir”.
Aynı sahifede, TOBB Başkanı Fuat Miras belirtiyor: “Tarımın durumu çok kritiktir”.
Bir üst sütunda, İzmirli işadamı Selim Yaşar ilâve ediyor: “Ben özel sektör temsilcisiyim. Ancak, bana gelenler özel sektörde çalışmak için iş talep etmiyor, devlet kuruluşları için torpil istiyorlar”. (Elbette, devlet kuruluşlarında çalışmak yok. Yan gelip yatmak, çalışmadan para almak var.)
Bu tek bir gazetenin, tek bir sahifesi. Diğer sahifeleri ve gazeteleri de gündeme getirsek, düzinelerle örnek çıkacaktır. Ancak, kısa bir tetkik bile, mevcut yüz kızartıcı tabloyu ortaya koymaktadır.
1- Türkiye yüzölçümünün %54.7’si devlet mülkiyetindedir. Böylece, gerçek “toprak ağası”nın devlet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ancak, bu ağa, malına sahip çıkamayan, peşkeş çekilmesine göz yuman, bir “züğürt ağa”dır.
Bu malları, önüne gelen yağmalamaktadır. Özellikle “gecekondu mafyası” hesabı mümkün olmayan rantlar elde etmektedir. Bu arada, şehirler de perişan olmakta, çarpıklık ön plâna çıkmaktadır.
Bu ağa, topraklarını değerlendirmez. Değerlendirmesi için, mahalli idarelere ve kanunlara saygılı, dürüst vatandaşlara imkân tanımaz.
Ne bir “milli tarım ve hayvancılık plânı” yapar, ne de yapacaklara geçit verir.
Aynı israf, aynı vurdumduymazlık, “ormanlar” için de geçerlidir.
Bu milli servet, devamlı talan edilir, yakılır, tahrip edilir. Ama, başta orman köylüleri olmak üzere, vatandaşlara imkân tanınmaz. Ortada, bir Bergama Kozak yaylası örneği varken, bunu yaygınlaştırmaz. Ciddi bir kiralama, ağaçlandırma, değerlendirme politikası uygulanmaz. (Nerede, o güzel ormanlarımız? Nerede, çocukluk ve gençliğimizdeki Çanakkale yeşilliği, palamut topladığımız meşe ormanları. Ne gariptir ki, sık sık yakılır. Ağaçlandırma yapılır, bir bakarsınız, yine bir yangın çıkmış. Göçebelere yıllarca sürecek yeni işler doğmuş.)
2- Madenlerimiz çok mu farklıdır? Verimli değerlendirme yapıldığını iddia edebilir miyiz? Bu konuda da devletçilikten taviz veriyor muyuz? Aşırı istihdam, aşırı masraf ile, inanılmaz zararlar eden KİT’leri kapatıyor muyuz? (Taş kömürü işletmelerinin, milyarlarca dolar zararı, ihtiyacın kat kat fazlası insanın çalışmadan devleti sömürmesi, bizi hiç mi rahatsız etmiyor?)
3- Araba, lojman, kamp saltanatının gerçek maliyetini hiç hesapladık mı? Ordu evlerinin, öğretmen evlerinin, polis evlerinin, Bütçeye getirdiği yükü hiç düşündük mü?
4- Milli Eğitimin, Silahlı Kuvvetlerin ve diğer birimlerin elindeki mülkleri, değerlendirmeyi niçin düşünmemekteyiz? Şehirlerin en güzel yerlerinde israf edilmesine göz yummaktayız?
5- Başta, Devlet bankaları olmak üzere, tüm KİT’leri özelleştirmeyi, samimi olarak, ne zaman arzu edeceğiz? Mevcut yağmaya son vereceğiz?
6- Nedir bu istihdam fazlalığı? Buna rağmen, hâlâ devam eden kadro şişirmeleri. İki memura bir odacı saltanatı. Maliyeti, getirdiğinin çok üzerinde olan, verimsiz hizmet anlayışı. Tüm partilerin sürdürdüğü tayin-terfi-torpil iş takibi politikası.
7- Ve en önemlisi. Gençlerimizi israf eden, yıllarını heba eden, hiçbir değeri olmayan diplomalara mahkûm eden, anlamsız ve kalitesiz eğitim politikası. Dünyanın en pahalı, ancak en kalitesiz sağlık hizmetleri. Her tarafı dökülen, sadece üç kâğıtçılara servet sağlayan sosyal güvenlik politikaları.
Velhasıl, nereye el atsanız, dökülüyor. Ve herkesin bildiği tek bir çare var. Ankara yönetiminin dışlanması. Aşırı merkeziyetçiliğin sona ermesi. Velhasıl, yıllardır süren “gölge etme, başka ihsan istemez” gerçeğinin kabulü ve uygulamaya sokulması.
Kaynak israfı
Türkiye’nin zenginliği ne pamuktur, ne buğday. Bizim zenginliğimiz insandır.
Kemiyyet olarak insan.
Eğer; Kopenhag’ta ezici seyirci üstünlüğüne sahip olmasaydık GS, o maçı kazanabilir miydi? Bu soruya hiç çekinmeden “evet” demek kolay değildir.
Nüfus, hem büyüklük unsurudur, hem caydırıcılık.
Savaşların ne vakit kapı çalacağı belli olmaz. Onun için büyük milletler, büyük ordulara sahiptir. Kuvvetli ordular gibi büyük nüfuslar da korkması gerekene korku verir.
Bu sebeple nüfus kontrolüne karşıyız.
Konuya ilişkin itiraz artık basmakalıptır:
-Kalite...
Kimse sadece kemiyyet demiyor, elbette keyfiyet de şart. Ancak bu ikisi birlikte olursa güzel. Bir Lübnan, İsrail, Fas.. ne kadar iyi yetişmiş nüfusa sahip olursa olsun sonuçta küçük ülkelerdir.
Bunlar, ancak bir büyük ülkenin himayesi ile hayatiyetlerini devam ettirirler.
Bu itibarla son çeyrek asrın modası ile ailelerin çocuk sayısını bir-ikide tutmaları isabetsizdir.
Böylece bir zaman sonra amca, teyze, hala, dayı kavramlarından bîhaber nesiller yetişecektir. O günlerin çocukları “teyze”nin ne mânâya geldiğini öğrenmek için sözlük karıştırmak zorunda kalacaklar.
Ve yine bir zaman sonra nüfusumuz gerileyecektir.
Bazıları sanıyor ki nüfusun azalması ile refah artacaktır.
O kanaatte değiliz.
Herkes kendisi ile vardır. Kaderi, rızkı, hırsı, azmi, çalışma şevki ile. Amerika klasik anlamda bir millet değildir ama kendini millet gibi telakki eder. Nüfusunu hiç de azaltma niyetinde görünmüyor. Aksine her yıl muayyen şartlarla göç almakta. Kanada öyle, Avustralya öyle. Fütürologlar, önümüzdeki zamanlarda dünyanın sıklet merkezinin Çin olacağını hesaplamakta. Doğu Türkistan millî dâvâmıza rağmen Türk hükûmetinin Çin’le sempatik ilişkilere girmesi belki de bu yüzden.
Çin o yüksek nüfusa sahip olmasaydı böyle bir ihtimal akla dahi gelmezdi.
Bazı hali-vakti yerinde iş adamları bu yazımıza tepki duyacaklardır.
Çünkü onlar öyle alıştılar.
Hiç gerek yok. Nüfusu sınırlamak maksadıyla masrafa girmeleleri de gereksiz.
Halk, trafik kazaları, ev kazaları, deniz kazaları ile nasıl olsa kendini kırmakta.
Tedbirsizlik, ihmal, ahmaklık gibi faktörler yüzünden her yıl toprağa verilen insan sayısı İstiklal Harbi’ndeki şehîd sayısından fazla. Bu bir kaynak israfıdır. Sakat kalanlar ayrı.
İnsandan değerli servet yok.
O yüzden bu israfın bedelini hesap etmek mümkün değildir.
Tatile çıkmak israf mıdır?
YANLIŞ düşünüyoruz. Bayram ve yılbaşı tatillerinde sahil kentlerine, dağ evlerine, otellere koşan yüzbinlerce insanı durup durup karalamanın yiğitlik neresinde?
Ne demek "On gün tatil olmaz?"
Ne demek "Eğlenenler kaymak tabakası?"
Ve ne demek "Bunlar mutlu azınlık?"
Bu türlü ithamlar hem hafiflik hem de hesap bilmezlik işaretidir. Meselenin ardında bol miktarda kızıl gözlü kıskançlıklar da yatıyor.
Tatilciler, eğleniciler, kendilerini böyle günlerde şehir dışına atanlar kim? Bizim insanımız... Dinlenmek için para ayırabilen çoğu orta halli kişiler.
Ne yapıyorlar 10 günde?
Yiyor, içiyor, geziyor, eşya alıyor, fotoğraf çekiyor, yani ailecek para harcıyorlar.
Bu paralar nereye giriyor?
Turizm sektöründen ekmek yiyen 12 milyon insanın cebine. Bunlar arasında hamal, şoför, benzinci, otelci ve pansiyoncudan tutun da, büfeciden manava, restorancıdan dondurmacıya, halıcıya, kilimciye kadar sayısız kesim var.
İlk defa bir istatistik yayımlandı. Son tatilde bu yerli turistler ne harcamış dersiniz? Tam 250 trilyon lira.
Lûtfen insaf ediniz.
Bu 250 trilyon kimbilir kaç yetim çocuğa lokma, elinden dirlikli kaç kadına ayakkabı ve kaç garsona Mayıs'a kadar yetecek ferahlama sebebi oldu.
Meseleye bir de bu açıdan bakınız.
"Efendim, yeyip içiyorlar"
Sen otur, münasebetsiz yeğenim.
"Efendim, eğleniyorlar, oynuyorlar"
Sen otur fesat hanımefendi.
Otur da, paralarını yastık et. Kimseye ömrün boyunca tek kuruşun kısmet olmasın.
Evet, yanlış düşünüyoruz. Dönen paranın, harcanan her liranın başkalarına mutluluk getireceğini hesaplamıyoruz. Ne kadar kısır ve ihtiyar bir anlayış.
On günlük tatil olur muymuş? Olur... Her şeyini ithal eden Norveç'te, Danimarka'da bu miktar fazladır ama, ürünleriyle kendi kendine yeten bir Türkiye'de bu tip tatiller savurganlık değildir.
Bırakın, kazananlar harcamayı öğrensin.
Bırakın, iç turizm daha da gelişsin.
Bırakın, bu sektörden ekmek yiyen 12 milyon kişi kış ortasında azıcık nefes alsın.
Ona düşmanlık, buna düşmanlık.
Şimdi de tatilcilere taktılar.
Kimler?
İnsanı, ekonomiyi, Türkiye'yi, dünyayı hâlâ tanıyamamış, matematik özürlü haset kumkumaları.
Ne yapabilirim ki abla?
Bu mektubu yazarken içim titredi inanın. Duyguları anlatmak çok zordu. Hayata geçirmek daha da zor...
"Benim her işe burnunu sokan biri olmadığımı çok iyi bilirdi kardeşim. Dolayısıyla bu mutlu günde ukalalık yapmak için söylemediğimi de anlamıştı. O da duygulanmıştı. Ama çaresizliğini göstermek için omuz büküyor ve “Ben ne yapabilirim ki abla?” diyordu. O eğlence anında benim yaptığım da iş miydi yani?.. Doğru ya, bir tek kardeşimin düğününde mi oluyordu bunlar?"
Bu mektubu yazarken içim titredi inanın. Duyguları anlatmak çok zordu. Hayata geçirmek daha da zor... Mektubun sahibi İzmir’den “Şeyda” rumuzlu bir hanım okuyucu.
“O pazar, erkek kardeşimin kızının düğününe davetliydik. Kardeşim, en küçüğümüzdü. Rahmetli babam onu okuttuğu için belirli bir kariyeri ve saygınlığı vardı. Hali vakti de oldukça iyiydi. Ama kardeşim diye söylemiyorum, gerçekten çok prensipli bir insandı. Her kuruşun hesabını yapar, cimrilik etmez israfı da sevmezdi.
Dolayısıyla, kızının düğününe hiçbirimiz karışmadık. Daha doğrusu karışamadık. Zaten hepimizin kendine göre işi gücü vardı. Sonra yardıma muhtaç insanlar da değillerdi. O bakımdan bize sadece davete katılmak düşmüştü.
Yanımda küçük kızım olduğu halde, davet edildiğimiz büyükçe restauranta vardık. Bina öylesine süslenmiş ki göz kamaştırıyordu. Sadece davetli misafirlere ayarlandığı her halinden belliydi. Kapıdaki görevliler de oldukça kibardı:
-Buyurun efendim, hoşgeldiniz.
Kapıdan içeri girdiğimizde, davetlileri bizzat gelin kızımız ve damat beyin karşıladığını gördük:
-Aaa, halacığım. Hoşgeldiniz.
-Hoşbulduk çocuklar. Allah mutlu etsin. Yüzünüzden gülücükler eksik olmasın.
Sarılıp kucaklaştık. Elimi öptü her ikisi de. Kızım da tebrik etti genç çiftleri. Sonra bize gösterilen tarafa yöneldik. Davete gelen ne çok insan vardı. İğne atsanız yere düşmez cinsinden bir davetti.
Kendimize göre bayağı şık giyinmiştik. Ama davetlilere şöyle bir göz gezdirdiğimde içlerinde en sönük kaldığımızı zannettim. Kızımla beraber bize gösterilen masaya karşılıklı olarak ilişiverdik.
Atmosfer o kadar abartılı, o kadar görkemliydi ki, kardeşimin düğünü olmasına rağmen oradakiler arasında çok yabancı kalmıştım. Derken yanıbaşımıza dizilmeye başlayan davetlilerin akrabamız olduklarını görünce biraz rahatladım.
Birbirini düğünde yeni görenlerin kucaklaşmaları, ara sıra yükselen kahkahalar, bardak şıkırtıları, davete yeni gelenler derken nihayet yemekler servis yapılmaya başlanmıştı.
Allahım öyle birbirinden güzel, ne hoş yemekti onlar. Doğrusu kardeşim değil ya, kim olursa olsun insanı kıskandıracak derece ziyafet veriliyordu. Yemeklerin ismini teker teker sayacak değilim ama böreğiyle tatlısıyla birlikte, ben diyeyim yedi çeşit, siz deyin on çeşit vardı.
Daha üçüncü serviste tıkanmaya başladık. Zaten insanın böylesi yerlerde nutku tutuluyor, yiyemiyordu. Gerçi ben ve kızım düğünde bir köşede kalakalmıştık ama, masalarda sohbet muhabbet gırla gidiyordu. Yani yemek içmek bahane, sohbet şahaneydi.
Kimseyle konuşmaya vakit bulamadığımızdan mıdır nedir, ben de o değilden etrafı seyrediyordum. Bir ara gözüm masalara servis yapılan tabaklara kaydı. Hemen hemen üçüncü servisten sonra gelen tabaklar ya olduğu gibi duruyordu. Ya da bir iki kaşık tadına bakanlar oluyor ardından kaşığını çatalını üzerine bırakarak garsonun alıp götürmesini bekliyorlardı.
Birden aklıma geldi. “Allahım” dedim, “ Şu dolu dolu gelen nimetlere bakın. Bir de bir kaşık bile alınmadan hiçlenen israfa.”
Sonra kendi kendimi kurmaya başladım. Aklıma “olmayanlar” geldi. Tabak tabak etler, tabak tabak börekler, tabak tabak tatlılar garsonlar tarafından masalara bırakıldığı gibi kalıyor, sonra aynı şekilde masalardan toplandığı gibi çöpe gidiyordu.
Depremzedeler geldi gözlerimin önüne. Sahi ya, bir tas çorba için kuyruklar oluşuyordu halen Gölcük’te Adapazarı’nda. Bazen kuru ekmek yiyen yaşlı teyzeler geliyordu ekrana. Yarım simitle oyalanan çocuklar. Onları düşündüm birer birer. Sonra şu ihtişamlı düğünü ve düğün sarhoşluğunda hiç düşünülmeden çöpe gönderilen güzelim yemekleri.
Nasıl hüzünlendiğimi bilemem. Aslında o kadar ince fikirli biri de değildim. Ama nasıl olduysa, bu tablo beni etkilemişti. Gözlerimin dolup geldiğini hissettim. Ne olduğunu sorarlarsa etrafa açıklayamazdım da. Kendimi zor tuttum. Düğün sonunda kardeşimi buldum. Gözlerimin kızardığını gören kardeşim şaşırmış, “Ne oldu abla?” diye sordu. Ağlamaksı sesimle, dilimin döndüğünce yaşadıklarımı anlattım. Ardından dedim ki, “Ne olurdu bu kadar çok yemek yapılmasaydı. Hiç olmazsa o para o muhtaç kimselere gönderilebilirdi. Kusura bakma ama birden dayanamadım çok üzüldüm.”
Benim her işe burnunu sokan biri olmadığımı çok iyi bilirdi kardeşim. Dolayısıyla bu mutlu günde ukalalık yapmak için söylemediğimi de anlamıştı. O da duygulanmıştı. Ama çaresizliğini göstermek için omuz büküyor ve “Ben ne yapabilirim ki abla?” diyordu.
O eğlence anında benim yaptığım da iş miydi yani?.. Doğru ya, bir tek kardeşimin düğününde mi oluyordu bunlar? Doğruydu ama, vicdanımın sızlamasına engel olamamıştım işte.
İsrafa hayal gücünüzle 'dur' deyin
"Yemeği tabağımıza yiyecek kadar alalım ve tabağı iyice sıyıralım.
Bunun faydaları ne mi? Tabağımızı sıyırırsak bir sürü yiyecek boşa gitmemiş olur bir; temiz tabak daha çabuk, daha az suyla ve sabunla yıkanır bu iki; zaman savurganlığı olmaz çevre daha temiz kalır, musluk tıkanmaz çöp tenekelerine dökülen bu pislikler ortalığı kirletmez, sinek üremez. Sineği öldürmek için de bir sürü ilaç kullanmak gerekmez üç.
Kılı kırk yararcasına söylenen bu sözler savurganlığı önleme birincisi Emine Ertem'e ait. Emine Hanım, sadece tabak sıyırmakla israfı önlemeye çalışmıyor, evde bulunan artık eşyaları da çoraptan çöp kapağına, telefon kablolarından araba filtresine ve serum şişelerine kadar herşeyi değerlendirip ortaya çok güzel, insanın aklından bile geçmeyen, enteresan eşyalar çıkarabiliyor.
Örneğin serum başlıklarını, kaçmış çorapları ve çöp kapaklarını biraraya getirip bunlardan bir abajur; kullanılmayan banka cüzdanlarının plastik kaplarından çanta, atılmış araba egzoslarından çöp tenekesi, plastik su şişelerinden de süs eşyaları yapıyor. Emine Hanım yaptığı icatlardan bir kaçının yapılışını şöyle tarif ediyor:
Plastik banka cüzdanları kaplarından çanta yaparken önce çoraplar kesilip ip haline, cüzdanların kapları da dikdörtgen haline getiriliyor. Ardından kesilen banka cüzdanı kapları da tığ yardımı ile çoraptan yapılan iple birleştirilerek ortaya bir pazar çantası çıkıyor.
Çöp tenekesi kapağından abajur yapmak için kapağın kenarları matkapla eşit şekilde deliniyor. Bu deliklerden geçirilen çoraplar yardımıyla serum başlığı sarkıtılıyor. Serum başlığının ucuna da süs yerine geçebilecek boncuklar takılıyor. Çöp kapağının ortası da delinerek ampul ve kablosu takılıyor. Tabii bunları yaparken kullanılan malzemenin renk uyumuna ve estetiğine dikkat etmek gerekiyor. İşte size bedavadan bir abajur.
Son bir tarif de telefon tellerinden paspas yapımı. Yine burada da çorap kullanılıyor. İp haline getirilen çoraplar tığ yardımıyla telefon telinin etrafında işleniyor ve ortaya istediğiniz büyüklükte bir paspas çıkıyor.
Emine Hanım, bunları yaparken hanımlara sanatçı yönlerini kullanmalarını, yapılan şeylerde faydanın yanında, estetiği ve güzelliği de gözönünde bulundurmalarını tavsiye ediyor. Hanımların isterlerse hayal güçlerini kullanarak, yeni şeyler keşfedebileceklerini sözlerine ekliyor. Bu saydıklarımız Emine Hanım'ın yaptığı icatlardan sadece birkaç tanesi. Emine Hanım şimdiye kadar bu konuda 41 karma sergi açmış. 1980 yılında Türk Kadın Dernekleri Federasyonu tarafından savurganlığı önleme birincisi seçilmiş Bu başarıları, "Dünya İkler Ansiklopedisi"ne ve "Kim Kimdir?" adlı ansiklopedilere kadar geçmiş. Şimdi de Guienness rekorlar kitabına girmeye aday.
Emine Hanım'ın savurganlığı önleme çalışmaları ve atık maddelerden yeni şeyler icad etmesi çocukluğuna dayanıyor. Savaş yıllarında yaşamış olması ve babasız yetişmesi Emine Hanım'ı tasarrufa itmiş ve içindeki icat yeteneğiyle de evdeki atılacak maddeleri değerlendirmeye başlamış ve bu tasarruf daha sonraki yıllarda da devam etmiş. Emine Hanım'a göre bir ailede tasarruf yapılsa ailenin aylık yaptığı harcama yarıya düşer. Bu sadece aile için değil devlet harcamaları için de böyle. Örneğin toplu yemek yenilen yerlerde sadece çöpe atılan ekmeklerle bir sürü okul ve hastane yapılablir. "Tabii bunlar hep eğitim meselesi. İnsanlar bir şeyi atmadan önce iyice düşünmeiler, çünkü atılacak en kötü bir nesne bile bir hammaddenin tükenmesidir, işgücü ve zaman kaybıdır" diyor Emine Hanım.
Emine Hanım'a göre aslında biz her şeyde savurganlık yapıyoruz, sadece atık maddelerde değil. Manevi şeylerde de, zamanda da... Ama en çok savurganlık yiyecek ve içeceklerde yapılıyor. Emine Hanım diğer insanlara tasarrufu anlatırken pervasız. Mesela bir protokol sofrasında hiç çekinmeden insanlara; yemeğe başlamadan önce onlara savurganlık yaptıklarını ve bunun yanlışlığını anlatabiliyor, söylemezse rahat edemeyen Emine Hanım'ın bu konuda ilginç bir teklifi de var: "Bana radyo ve televizyonda günde yarım saat zaman ayırsınlar, insanlara tasarruflu olmayı öğreteyim" diyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder