Ata sporlarımız nelerdir,Ata sporlarımız,Ata sporlarımız hakkında bilgi,Ata sporlarımız nelerdir açıklaması,Ata sporu nedir
- Cirit
- Okçuluk
- Atçılık-Binicilik
- Güreş
- Kılıç sporları
- Yağlı güreş
Cirit
Cirit, bir diğer deyimle Çavgan, Türklerin yüzyıllardan beri oynadıkları bir ata oyunudur. Türkler, Orta Asya'dan Anadolu'ya bu atlı oyunu da dolu dizgin beraberlerinde getirmişlerdir. Türkler için at, mukaddes ve vazgeçilmez bir unsurdur. At sırtında doğar, at sırtında büyür, at sırtında savaşır, at sırtında ölürlerdi. At sütü kımız Türklerin yegâne içkisi idi. Cirit Oyunu, Türklerin en büyük tören ve sportif oyunu idi. Daha sonra 16. yüzyılda Osmanlı Türkleri tarafından bir Savaş Oyunu olarak kabul edildi. 19. yüzyılda bütün Osmanlı ülkesi ve saraylarının en büyük gösteri sporu ve oyunu oldu. Cirit, aynı zaman tehlikeli bir oyun olduğundan 1826 yılında II. Mahmut tarafından yasak edildi. Fakat daha sonra yine Osmanlı Ülkesi'nin başta gelen meydan ve savaş oyunu olarak her tarafa yayıldı.
Cirit Oyunu, daha 40-50 yıl öncesine değin Anadolu'da yaygın bir oyun olduğu halde son yıllarda sadece Balıkesir, Söğüt, Konya, Kars, Erzurum ve Bayburt yörelerinde yaşamaya devam etti. 20-25 yıldan beri Konya ve Balıkesir'de tarihe karıştı.
Buna rağmen halen Anadolu'nun hemen her köşesinde düğünlerde ve bayramlarda köy delikanlıları ve kasaba halkı Cirit Oyunu'nu oynamaktadır. Büyük şehirlerimize karşı köy ve kasabalarımızda yaşamaktadır. Sinop köylerinden Gaziantep'e, Bursa'dan Antalya'ya kadar Doğu, Batı, Güney ve Kuzey Anadolu'da köylerimizin güreşle beraber başlıca yiğitlik ve savaş oyununu teşkil etmektedir. Halkın ilgisini çekmek için cirit meydanında davullar ve zurnalar çalınır. Ayrıca Yurtdışı İran, Afganistan ve Türkistan Türkleri ile Türklerle meskûn diğer Asya yörelerinde de hâlâ canlılığını ve geleneğini sürdürmektedir.
Her yıl Ertuğrul Gazi Törenleri dolayısıyla eylül aylarının ikinci Pazar günleri Söğüt'te, çeşitli şenlikler vesilesiyle de Erzurum, Kars ve Bayburt dolaylarında oynanmaktadır.
1972 yılı eylül ayında Konya Turizm Derneği'nin teşebbüsüyle Konya'da bir Cirit Oyunları Şenliği düzenlenmiş, bu şenliğe Erzurum ve Bayburt Cirit Takımları katılmış ve büyük başarı sağlanmıştır. Cirit Oyunu Konya'da yeniden geleneksel olarak canlandırılmaya çalışılmaktadır.
Cirit Oyunu'nda iki takım bulunur. Bu takımlar 70 ilâ 120 metre genişliğindeki bir alanda karşılıklı olarak alanın en gerisinde 6'şar, 8'er veya 12'şer kişi olarak dizilirler. Ciritçiler bölgesel giyimleriyle atlarına biner. Sağ ellerine atacakları ilk ciriti, diğer ellerine de yedek ve yetecek miktarda cirit alırlar. İki tarafın birinden bir atlı öne fırlar, karşı dizinin önüne 30-40 metre kadar yaklaşır. Karşı tarafın oyuncularından birisinin adını seslenerek meydana davet eder. Sağ elindeki ciriti ona doğru savurur, sonra geri döner, atını kendi dizisine doğru mahmuzlar. Karşı tarafın davet edilen oyuncusu hızla onu takip eder, elindeki ciriti geri dönüp kaçan karşı taraf elemanına fırlatır. Bu kez ilk oyuncunun çıktığı sıradan diğer bir ciritçi onu karşılar. İkinci diziden çıkan, sırasındaki yerini almak için süratle yerine dönmeye çalışır. Bu defa rakibi onu kovalar ve ciritini atar.
Oyun böylece sürer. Cirit isabet ettiren ciritçi takımına bir sayı kazandırır. Eğer ciritçi attığı çavganı rakibine değil de ata isabet ettirmişse bir sayı kaybeder.
Ciritçi karşı taraf oyuncusundan kendisini sakınmak için çeşitli hareketler yapar, atın sağına soluna, karnının altına, boynuna ağar. Bazı ciritçiler rakibi kaçıp dizisine ulaşana kadar üç-dört cirit savurarak isabet ettirmek suretiyle sayı toplar. Bu arada başına, gözüne, kulağına cirit isabet eden bazı oyuncuların yaralandığı olur. Bu türlü isabetler neticesinde ölenlerin olduğu bile vakidir. Bu durumda ölen, er meydanında ölmüş sayılır, yakınları şikâyetçi ve dâvacı olmaz. Babaları ölen çocuklarıyla öğünürler.
Öte yandan cirit oyununda ölüm olmaması için, daha evvelleri hurma ve meşe ağacından 70-100 santim uzunluğunda, 2-3 cm. kutrunda yapılan ciritler, daha sonraları kavak ağacından yapılmaya başlanmıştır. Sopaların uçları silindir şeklinde kesilerek yuvarlatılır. Kabukları yontulur. Bu isabet halinde bir yara açılmasını ve ölüm tehlikesini yok etmek için alınan bir tedbirdir.
Seyredenler ciritçileri ve atları teşvik için çeşitli şekilde bağırır, onları heyecana getirirler.
Ciritçiler arasında birbirine hasım olanlar varsa, bunların karşı tarafta yer almamasına dikkat edilir, aynı dizi içine dahil edilirler. Gençler büyüklerinin bu görüşüne boyun eğer. Büyükler de bu töreye uyarlar. Eski ciritçilerden bir kurul, oyunun sonucunu ilân eder.
Cirit sona erince, cirit oyununu düzenleyenler başarılı olanlara ödüller, ziyafetler verir.
Cirit Oyunu Alpaslan'la beraber Anadolu'ya girmiş daha sonra Avrupa'ya ve Arabistan ülkelerine sıçramıştır. 17. yüzyılda Fransa'da, Almanya'da ve diğer ülkelerde de Cirit Oyunu yayılmıştır.
Konya Turizm Derneği'nin 1972 eylülünde düzenlediği Cirit Oyunları Şenliği dikkatleri tekrar bu ulusal sportif savaş oyunumuzun üstüne çekmiş bulunmaktadır. Bütün Yurt'da ilgi görmesi ve canlanması bu tür oyunlarımız için bir kazanç olacaktır.
CİRİT OYUNUNDA KULLANILAN TERİMLER
Değnek; Diğnek, Deynek: Çeşitli yörelerde cirit oyununa verilen ad.
Cirit Havası: Cirit oynanırken davul ve zurna ile özel ritmlerde çalınan ezgilerin tümü ya da bir tanesi.
At Oyunu: Ciritin Tunceli ve Muş yöresindeki adı.
At Oynatma Havası: Tunceli ve Muş yörelerinde ciritten önce at oynatma için özel ritmlerde çalınan ezgi ve ritmlere verilen ad.
Rahvan: Atın iki ayakla koşar gibi aynı yanda bulunan ayaklarını aynı anda atarak yaptığı, biniciyi sarsmayan bir yürüyüş şeklidir.
Rahvan At: Biniciyi sarsmadan yürüyen at.
Tırısa Kalkmak: Atın çaprazlama ayak atarak hızlı ve sarsıntılı yürüyüşüne denir.
Dörtnal: Atın en hızlı koşuşu.
Hücum Dörtnal: Atın en hızlı koşuşunun daha ilerisinde bir süratle hedefe at sürme.
Adeta: Atın düz yürüyüşü.
Aheste: Atın ağır ağır, arka kalçalara yüklenerek yürüyüşü.
At Başı: İki atın bir hizada oluşu.
At Cambazı: Ciritte at üzerinde beceri ve hüner gösteren binici.
At Oynatmak: Ciritte hüner göstermek.
Sipahi, Sipah, İspahi: Eskiden Yeniçeriler zamanında bir sınıf atlı askere denirdi. Fakat iyi at binen kişilere de at oyunlarında becerisi olan oyunculara da çeşitli yörelerde bu adlar kullanılmaktadır.
Seymen Olmak: Ulusal giysilerin yöreye ait olanlarının düğün nedeni ile Ankara dolaylarında giyilmesine denir.
Osmanlı: Atlı, suvari, anlamında kullanılmaktadır.
Menzil: Ciritte at üzerinde sıra biçiminde duranlara verilen ad.
Alan: Cirit meydanına verilen ad. Cirit oynanan yer.
Şehit: Ciritte isabet alıp ölenlere verilen ad.
Acemi: Savurduğu ciriti ata değen oyuncuya denir.
Cirit Oyunu (8.8 Mb)
Atçılık-Binicilik
Günümüzde de olduğu gibi,ulusal ve Türk Tarihinin her döneminde “At Murattır” sözcüklerine bağlı kalınarak,her Türk ata karşı sevgi,güven,ilgi duymuş ve onu kendisinden bir parça kabul etmiş,ona kutsallık tanımış,saygınlık kazandırmış,sanatında,edebiyatında,müziğinde eşsiz bir yer vermiştir.
Nazmi Sevgen;”Türklerde at ve atçılık” adlı kitabında 1937 yılında Ankara da toplanan tarih kurultayında Avusturya lı tarih bilimcisi Hoopers atın ilk evcilleştirme hareketinin İç Asya da Türkler tarafından yapıldığını, Macar tarihçisi Allfoldin de,bu konudaki ilklerin Altay Türklerine ait olduğunu öne sürmüştür.Alman tarih bilimcisi Portriatz ise “Eski çağlarda at” adlı eserinde atın M.Ö.6000 dolaylarında Türkler tarafından evcilleştirildiğini iddia etmiş ve iddiası için bazı bulguları kesin kanıt göstermiştir.
Yaklaşık olarak M.Ö.4000 yılları dolaylarında Türkler tarafından bir çekim hayvanı olarak arabalara koşulan at,askeri amaçlarla savaş sınıfı oluşmasına sonuç olarak ta Asya’nın ve öteki kıtaların tarihi ve siyasal yaşamının oluşum ve değişiminde etkinlik kazanmıştır.Türkler onunla uzaklıkları enmişler,derisinden giysi ve ayakkabı yapmışlar,lezzetli buldukları tayının etini yemişler,kısrakların sütünden mayalanma ile sağlanan “Kımız” adı verilen ve keyiflendirici içkiyi yapmışlardır.Ayrıca yele ve kuyruklarını da değerlendirmişlerdir.kemiğinden kaymak için araç,kıllarından ağ,gözleri güneş ışığından koruyan bir tür gözlük örmüşlerdir.
Eski Türklerde at kültürü ile ilgili çeşitli bulgular bir belge olarak,bu gün çeşitli ülkelerin müzelerine değer katmaktadır.Yenisey yörelerinde eski Türkler tarafından,kayalar üzerine yapılmış at resimleri ve çok eski dönemlere ait,Türk mezarından çıkan eşyaların üzerinde süsleme sanatı olarak at figürleri kullanıldığı görülmektedir.Eski Türk destanlarında ve efsanelerinde at baş tacı dır,ayrı bir yeri vardır.Oğuz destanı atla başlar.Dede Korkut ta ,Bamsı Beyrek öyküsünde atla kardeşleşmiştir.
Eski Türklerin ilkel atları yakalayabilmek için Türlü yöntemler kullandıkları,kitabelerde yazılıdır.Karluk han buzullar içinden ünlü bir atı alıp çıkardığı için ad almıştır.Eski Türklerdeki ”Türk atsız,kuş kanatsız” sözü çok şey anlatır.
Tüm tarihi kaynaklar,atın vatanı olarak orta Asya bölgesini göstermektedir.Kırgız stepleri ile Gobi havalisinin atın vatanı olduğu konusunda görüş ve kanıt birliği vardır.Eski Türklerin “Yılkı” adını verdikleri at sürülerinin,ırk ve evcilleştirilmeleri ile ilgili bilgiler çok geniştir.
Atsız Türkler sosyal yaşamda hor görülürdü,fakirlik nedeni ile ata sahip olamayanlar çalmak zorunda idi.Eski Türkler sadece at çalmayı olağan saymışlardır.Zira bu bir beceri olarak kabul ediliyor ve atını çaldıran kişi için bu hareket onur kırıcı olarak değerlendiriliyordu bu nedenle kabileler arasında sık sık çatışma çıkıyordu.
Çalınan atları belirlemek amacıyla atları özel damgalama yöntemleri uygulanıyordu.Damga yerine bazı kabileler atın kulaklarına özel işaretler işlemeyi yeğlerlerdi.kabile sembolleri olarak benimsenen biçimler mezar taşlarında da görülür.
Eski Türklerde at yarışları ile eş seçiminde de kullanılıyordu.
Bu yarışlar iki türlü oluyordu birisinde atlı kızlar bir grup halinde yarışa başlıyorlar ve arkalarından atlarını grup halinde koşturan erkekler içlerinden birini yakalayıp atlarının terkilerine alıyorlardı.Daha sonra eş olarak seçtikleri bu kızlarla evleniyorlardı.
Diğer türlü ise eğer kızın isteyeni çok olursa yarışa kız tek başına başlıyor,daha sonra ardından atlarını koşturan erkek grubundan kim kızı yakalarsa o evlenme hakkını elde ediyordu.
Eski Türklerde görülen atla bütünleşme", Osmanlı Türklerinde de sürmüştür. At, Osmanlı,Türklerinde onur, saygı ve sevgi unsuru olarak kabul edilen bir yoldaş olmuştur. Bunlarla başarıdan başarıya koşmuşlar; üç kıta üzerinde egemenliklerini sürdürmüşlerdir.
Anadolu Selçuklularında 100 bin süvariden oluşan bir ordu bulunuyordu. Osmanlı imparatorluğunda ise, 16.yüzyılda bu sayı 250 bine yaklaştı. Edirne, Filike. Selánik. Amasya, Yozgat, Merzifon, Eskişehir (çifteler çiftiği), Malatya (Sultan suyu), Veziriye, Adana (Cukurova)'daki hayvan ocaklarında, at yetiştiricilik düzeltilmesi için sürekli çalışmalar yapılıyordu. Ancak, Osmanlı imparatorluğunun gerileme ve özellikle çöküş döneminde at yetiştiriciliği ve ırk düzenlenme çalışmaları öneminì tamamen yitirmiş, sürekli savaşlar nedeniyle ülke atçılığı adeta çökmüştür.
Yaşama sevincini, atıyla paylaşan, onunla mutlu olan ve hattâ onunla birlikte gömülen at, Türk'ün kalbinde, ağıtlarında ,edebiyatında. türkülerinde, atasözlerinde benzersiz bir yer almıştır. Osmanlıların genişleme döneminde, Giritlilerin bir sözü çok yaygındı: "Adaya önce Türk'ün atı, sonra kendisi ayak basacak." Gerçekten de öyle olmuştur. Aşık Paşa tarihinde, Osmanlı Padişahlarından Orhan Beyin, atlarını nalbanda kendisinin götürdüğü anlatılır. Bu hareket, Türklerde, en büyüğünden en küçüğüne kadar, ata gösterilen ilgi ve sevgiyi yansıtır. öyle ki, at sahiplerinden atlar için vergi alınmazdı.
Emrullah Efendi "'Memalik-i şahane"de, at vergisi asla vaz'edilmediği cihetle, bizde at vergisinden xxxxx mahal yoktur demektedir. Osmanlı Türk illerinde atlar, görevlerine göre şöyle adlandırılırdı: önemli haber götüren süvarilerin bindikleri dayanıklı "Ilgar atı", posta süvarilerinin bindiği "Menzil atı", akıncı ve süvarilerin bindikleri "Cenk atı", yarışlara katılanlara "Koşu atı", süvarilerin yedeklerinde bulundurdukları "Yedek atı", yük taşıyan "Semer atı", damızlık olarak yararlanılan "Aşı atı", törenlerde komutan ve subayların bindikleri "Alay atı", arabalar koşulanlara "Araba atı" ve avlarda kullanılanlara "Av atı." Osmanlılarda, eğer, murassa ve sorguçlu başlıklar, altın ve gümüş üzengiler, gemler, at koşum takımları, saray arabalarının koşum takımları birer sanat eseri idi.
Sultan Abdülaziz dönemi sonrasında ülkedeki at kalitesi değerini gittikçe yitirirken, tersine olarak at yarışları da daha düzenlilik kazanmıştır. Ancak, ilk düzenli at yarışları l9ncu yüzyılın son yılarında belirginleşir. Sultan Abdülaziz döneminde Kağıthane'de, "Kağıthane Yarışları" adı altında bir süre at yarışları düzenlenmiştir. Bunlar bir tür ilkel yarışçılık düzenlemeleri olmuştur. Zira pist gelişigüzel düzenlenmiş bir güzergah biçimindedir. Sonraki yıllarda ünlü mirasyedilerden Veli efendizade, bugün Veli efendi Tesislerinin bulunduğu yerde, birkaç arkadaşı ile birlikte sistemsiz olarak düz bir toprak üzerinde at yarışları yaptırdıkları görülür. Bu yarışlara ilgi duyanların sayısı 15-20 kadardı. öte yandan yine aynı yıllarda Manisa'da Bekir Ağa'nın bireysel çabalarıyla, düzensiz bazı yarışlar yapılmıştır.
Kaynak
Doğan Yıldız Türk spor tarihi İstanbul-1979
Okçuluk Tarihi Tarihin Derinliklerinde Ok ve Yay
Ok ve yayı elinize aldığınız an, zaman içinde neredeyse 20 bin yıl öncesine uzanan bir yolculuğa çıkıyorsunuz demektir. Ok ve yay, ilkel insan topluluklarının hayatta kalma mücadelesinde önemli bir rol üstlenmekteydi. Bazı araştırmacılar yayın ilk kez 15.000 yıl önce Afrika�da kullanıldığını düşünmektedirler. Bu süreyi 50.000 yıla kadar çıkaran yazarlar varsa da, genel kabul gören düşünce bunun çok abartılı olduğudur.
İslam geleneğine göre ok ve yay Cebrail tarafından Hz. Adem'e, ekinlerini kargalara karşı koruyabilmesi için getirilmiştir. Ancak bilimsel veriler, "İlk İnsan"ın daha ilkel silahlar kullanmış olduğunu ispatlamaktadır.
Yayın ilk kez nerede ve ne zaman kullanıldığını belirlemek güçtür, çünkü yayın ana malzemesi ağaçtır ve zamanın aşındırıcı etkisine karşı koyamamaktadır. Mağara duvarlarındaki resimler ipucu vermekten öteye geçmemektedir. Çünkü bu resimlerde arkası tüylerle donatılmış görülen okların, atlatl adı verilen bir tür mızrak fırlatıcısına ait dartlar olması olasılığı yüksektir. Avrupa�da arkeolojik buluntu olarak kayda geçmiş en eski yaylar 1930�da Almanya�nın kuzeyinde bulunmuş olan Stellmoor kalıntıları ve Danimarka�daki Holmegaards kalıntılarıdır. Bu iki buluntu, sırasıyla 10.000 ve 8.000 yıl öncesine tarihlenmektedir. Holmegaards�da bulunan tipte yaylar başka arkeolojik buluntularda da ele geçmiş, en genç kalıntılar 4.800 yıl öncesine tarihlendirilmiştir. Her iki yay da Taş Devri�ne ait silahlardır.
Zaman içinde yay, önemli bir savaş aracı haline gelmiştir. Ateşli silahlar yayın tahtını sarsana kadar av için de etkili ve aranan silah olma özelliğini korumuştur.
Okçuluğun Spor Dalı Olarak Gelişmesi
Ateşli silahların gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla yay hem Doğuda hem Batıda savaş alanlarından silinmiş, ancak okçuluk zor ve eğlenceli bir spor dalı olarak varlığını korumuş, günümüze kadar çeşitli kollardan gelişimini sürdürmüştür.
Okçuluğun Batıda bir spor dalına dönüşmesi, başlangıcı 16. yüzyıla dayanan bir süreçtir. İngiliz kralı VIII. Henry okçuluğun bir spor dalı olarak gelişmesi için girişimde bulunmuş, ilk okçuluk derneği, �Guild of St. George�, 1537�de, kralın emriyle kurulmuştur. Okçuluk ile ilgili bilginin korunması ve Ingilizler arasında okçuluğa ilginin arttırılması amacıyla, 1545�de Roger Ascham tarafından Toxophillus adlı kitap yayınlanmıştır. 1600�ler boyunca okçuluk dernekleri kurulmuş ve düzenledikleri turnuvalar ile okçuluk bir müsabaka sporu haline getirilmiştir.
Kuzey Amerika�da ise ilk göçmenlerin gelmesi ile, Eski Dünya�nın yay yapımı ve okçuluk ile ilgili bilgileri de bu yeni kıtaya taşınmıştır. Kısa zamanda hedef okçuluğu bu kıtada da sevilen bir uygulama haline gelmeye başlamış, 1828�de �United Bowmen of Philedelphia� adıyla ilk okçuluk derneği kurulmuştur. Amerikan İç Savaşından sonra eski Konfederasyon askerlerinin ateşli silah bulundurmaları yasaklanınca, yay bir av silahı olarak ön plana çıkmıştır. Maurice Thompson�ın �The Witchery of Archery� (Okçuluğun Büyüsü) adlı kitabı yazmasını takiben, okçuluğa olan ilgi ülkede hızla büyümüş, 1879�da National Archery Association (Milli Okçuluk Birliği) kurulmuş ve müsabakalar düzenlemeye başlamıştır. �Field Archery� (�saha okçuluğu�) denilen ve avlanma koşullarını simule eden bir tür hedef okçuluğunun ortaya çıkması ve yay ile avlanmanın giderek yaygınlaşmasıyla, 1939�da National Field Archery Association (Milli Saha Okçuluğu Birliği) kurulmuştur
1904'ten itibaren Olimpiyat Oyunlarında bayanlar müsabakaları da eklendi. Fotoğraf, 1908'deki karşılaşmalarda çekilmiştir.
Okçuluk Olimpiyatlara resmi olarak ilk kez 1900 Paris Olimpiyat Oyunları ile girmiştir. Bunu takiben 1904 St. Louis ve 1908 İngiltere Olimpiyatlarında yer alan okçuluk, 1920�de Belçika�da düzenlenen Olimpiyatlara kadar bir daha görülmemiştir. Bundan sonraki 52 yıl boyunca, ikinci bir ortadan kayboluş yaşanmıştır.
Müsabakaya yönelik okçuluğu bir düzene oturtabilmek için, Polonyalı okçular 1930�larda uluslararası bir oluşum meydana getirmenin peşine düşmüşler, bu uğraşların sonunda Federation Internationale de Tir A L�Arc (Uluslararası Ok ve yay Federasyonu), bilinen kısaltmasıyla FITA kurulmuştur. FITA evrensel kurallar tespit etmiş ve Olimpiyat Oyunları dahil olmak üzere bir çok spor organizasyonunda yer alacak okçuluk disiplinleri geliştirmiştir. Okçuluk, 1972�de tekrar Olimpiyat Oyunlarına dahil olmuştur.
Ok ve yay tasarım ve imalatında, kullanılan materyaldeki ve onu işleyen teknolojideki gelişmeler sonucunda, yayın atış hassasiyeti hatırı sayılır derecede artmıştır. Bu da, okçuluğa duyulan ilginin artmasına sebep olmuştur. Ancak bu gelişmeler, okçuluğun modern materyal ve teknolojiye bağımlı hale gelmesine sebep olmuştur. Yine de, primitif malzemeye dayalı geleneksel okçuluk uygulamaları sınırlı bir kitle tarafından sürdürülmüştür. Japonya, Kore, Moğolistan gibi ülkeler kültürlerinin birer parçası olan geleneksel okçuluk stillerini ve ilgili malzemenin yapılmasına yönelik bilgiyi korurlarken, �geleneksel� okçuluğun önemli bir ayağı da, ABD�nde ortaya çıkmıştır ve bütün dünyada hızla sempatizan bulmaktadır.
Türk geleneksel okçuluğu ise maalesef tarihe karışmıştır ve bu konu ile ilgili bilginin korunması için acil entellektüel yardım ve çaba gerekmektedir. Konu tamamen öksüz ve yetim bırakılmamışsa da, yapılan araştırma ve yayın çok azdır. Yeni nesillerin konuya ilgisi azdır, ilgisi olanlar da maalesef yeterli bilgiye sahip değildir. Günümüzde, yurdumuzda uygulanan okçuluk da stil, malzeme ve bilgi açısından tamamen Batılıdır.
Türk spor tarihinde engin, Türk spor geleneğinde zengin bir yere sahip olan güreş sporu, insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir. Bütün sporların prototiplerinde olduğu gibi, güreşte eski devirlerde savaşa hazırlık amacıyla yapılmaktaydı. Eski Türklerde de bu amaç var olmakla birlikte özel ve genel toylarda (şenlikler/ merasimler), yuğ (yas) merasimlerinde, pazar ve panayır yerlerinde, yaylada konup göçüşlerde ve her türlü buluşma ve kaynaşma yerlerinde yapılmıştır.
Diğer bir bakışla güreş, Türkler de siyasi ve askeri, dini, sosyal ve kültürel bir çok fonksiyonların yerine getirilmesinde en önemli aksiyonlardan biri olmuştur. Ayrıca, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik yapı ve yaşayışında ayrılmaz bir parçası görünümünü almıştır. Dolayısıyla sosyal bütünleşmeye ve sosyalleşme sürecine de büyük katkılar sağlamıştır. Böylece eski medeniyetlerin hemen hepsinde görülen güreş sporu, hiçbir zaman Türklerde ki kadar çok yönlü fonksiyonları icra etmemiştir (Balgambayev,1981).
IXX. asrın ortalarından itibaren çağın değişmesine ve gelişmesine paralel olarak, Türk Güreşi de bünyesinde bulundurduğu bu çok yönlü fonksiyonların bir çoğunu, belki de tamamına yakınını kaybetmiştir.
Ancak, spora olan ilgi bütün dünyada gün geçtikçe daha da artmıştır. Milli düzeyden milletlerarası düzeye çıkan ve uluslar arası spor halkasına eklenen branş sayısı her gün biraz daha artmıştır. Bunun en bariz örneği; İlk modern olimpiyatta (1886) yapılan spor branşları ile son olimpiyatta (2000) yapılan spor branşları sayılarında ki artışla görülebilmektedir. Olimpiyatlara katılan ulus sayısı da buna paralel olarak artmıştır.
Fakat, milli düzeyden milletlerarası düzeylere çıkan sporlarda daha ziyade gelişmiş ülkelerin ağırlıkları görülmektedir. Bu durum sporun milletlerarası kültürel temaslarının yanı sıra, milletlerin birbirlerine siyasi ve kültürel propaganda yaptıklarını da göstermektedir. Milletlerarası spor halkasına yeni bir spor ekleyen uluslardan daha fazla, geçmişte bünyesinde bir çok sporu barındıran Türkler, bırakın bu sporları milletlerarası spor halkasına eklemeyi; milli kültür halkası için de bile yeterince barındıramamışlardır.
Zamanla bir takım gelenekler ortadan kalkmış veya orijinalliğini yitirmiştir. Bu durum telafisi mümkün olmayan kayıplara yol açmıştır. Türk kültür hayatında büyük öneme haiz olan geleneksel güreşlerde, bu durumdan kendisine düşen payı almıştır. Kahramanmaraş yöresinde yakın tarihe kadar çok yaygın olan Şalvar Güreşi vardı ki, bu güreş her bakımdan günümüz minder güreşi ( özellikle serbest güreş) için çok önemli bir altyapı potansiyeliydi. Fakat, senede bir kez çok zorluklar altında ancak yapılabilmektedir.
Yine Geleneksel Spor Dalları Federasyonu’na (GSDF) bağlı olarak Gaziantep ve Hatay yörelerinde yapılan Aba Güreşleri bulunmaktadır. Günümüzde az da olsa hala yapılmakta olan bu güreşlerden özellikle Hatay yöresinde yapılanı; günümüz Orta ve Kuzey Asya ile Kafkasya da hala çok yaygın olarak yapılan ( Abbotov, 1991; Bektenov ve Musim, 1978) aba güreşleriyle her bakımdan aynilik ve orijinallik taşımaktadır. Bu güreşlerin çok önemli bir yanı da, eski Türk geleneğinde olduğu gibi hala Orta ve özellikle Kuzey Asya Türk halklarının bayanlarının da yapmış olmalarıdır. Hatay usulü aba güreşlerinin diğer bir önemli yanı da, minder güreşiyle teknik ve fizyolojik açıdan benzer oluşudur. Bu bağlamda aba güreşi; hem alt yapı ve potansiyel açıdan hem de Türk bayan güreşini kalkındırmak bakımından önem arz ettiği görülebilmektedir.
Güreş Federasyonu (TGF)’na bağlı olarak organize olan Karakucak ve yağlı Güreşlerde bulunmaktadır. Bunlardan karakucak güreşleri eskisi kadar yoğun yapılmamakla birlikte; eskiden beri serbest güreşin bölgesel potansiyelliği ve başarı grafiği ile paralel bir seyir izlediği bilinmektedir. Bu durum, karakucak güreşlerinin nazari-dikkate alınmasını gerektirmektedir.
Yağlı Güreş
yukarıda adı geçen aba, şalvar ve karakucak güreşleri kadar geleneksel Türk unsurlarını, rituel sujeleri vs. bütün proto özellikleri üzerinde taşımamaktadır. Aynı zamanda minder güreşlerine de bir alt yapı görünümünde değildir. Çünkü yağlı güreş fizyolojik açıdan minder güreşleriyle farklılık göstermektedir. Ancak, yağlı güreşin günümüzde dahi bazı bölgelerde birinci lig futbol derbi maçları kadar bir sektörü bulunmaktadır. Bu açıdan göz ardı edilmemesi kanaati hasıl olmaktadır.
Minder güreşi (serbest ve Greko-Romen), Türkiye ye ilk geldiği yıllarda klasik (geleneksel) güreşlerin gölgesinde kalsa da, kısa sürede kendisini toparlamıştır. 1970’li yıllara kadar ülkenin en popüler ve sektörel bir sporu olan güreş, ondan sonraki yıllarda bu popülaritesini yavaş-yavaş yitirmiştir. Günümüzde çok şeyde olduğu gibi sporun popülaritesi de kitle iletişim araçlarına bağlıdır. Medya diye tabir edilen bu araçların Türk güreşine yeterli düzeyde yer vermediği açıktır. Buna sebep olarak Türk güreş camiası veya FILA gösterilebilir.
Ancak, şöyle bir geriye dönüp bakıldığında; Türkiye’yi yurt dışında en iyi temsil etmiş branşın güreş sporu olduğu açıkça görülecektir. Dünyanın en büyük organizasyonu olan Olimpiyat oyunlarında şimdiye kadar Türkiye’nin aldığı toplam altın madalya sayısı 33’dür. Bunun 27’si güreşten gelmiştir. Dünya ve Avrupa Şampiyonalarında güreşin getirdiği altın madalya sayısı ise, yaklaşık bunun altı katıdır. Güreş camiasının bütün sporlara çok iyi gözle baktığı; güreşçilerin komple sporcu oluşlarıyla da ortadadır. Fakat, uluslararası düzeyde Türkiye ye hiç şampiyonluk yaşatmamış branşları saatlerce, günlerce, aylarca ve hatta yıllarca medyadan seyrederken; bu denli başarı kazandırmış güreşi, hiç denecek kadar az görmek veya hiç görememek; hem Türk güreş severleri üzmekte hem de Türk güreşinin bu ilgisizliği hakketmediği kanaati hasıl olmaktadır.
Bazı yabancı uzmanların güreşe en yetenekli ve istekli insanların başında Türklerin geldiğini hem teoride (Sımakov,1984) hem de pratikte (Sapunov, 2001) belirtmektedirler. Türkiye de güreş sporunu yapacak çağda insanların çokluğu ve bu spora istekli pilot bölgelerin sıklığı herkes tarafından bilinmektedir. Bura da yetkili ve ilgililere, Türk güreşini dünyada hak ettiği yere getirebilmek için, maddi manevi imkanları en iyi şekilde değerlendirmek kalmaktadır. Elbette ki bu işte kolay değildir. Güreş alanıyla ilgili akademisyen ya da uzman kişilerin samimi veya özverili olmalarının da yeterli olmadığı anlaşılmaktadır.
Part-Time çalışmalarla Türk güreşinin bir yerlere gelemeyeceği özellikle son beş yılda yeterince anlaşılmıştır. Bütün olumsuzlukları olumlu yöne çevirmek; mevcut potansiyelleri en verimli veya başarılı hale getirmek; aynı zamanda profesyonellik gerektirdiği açıktır. Alanında uzmanlaşmış kişi veya akademisyenlerin zamanlarının tamamını veya bir çoğunu Türk güreşine ayırmalarının gerekli olduğu anlaşılmaktadır.
Kılıç sporları
Süvari bir ulus olan Türklerde kılıcın her kişinin yanında taşıdığı bir araç olması çok doğaldır.Türkler at ve kılıçla tarih boyunca çağlar açmışlar,çağlar kapamışlardır.Kılıç Türklerde kutsal kabul edilmiştir.Demir ve onu eriten ateşin büyük bir ruhsal yönü olduğu kabul edilirdi.Demire büyük saygı gösteren Türkler bu nedenle kılıca da saygı göstermişler,yeminlerini kılıç üzerinde yapmışlardır.
İyi kılıç yapımı demiri bulan Türkler tarafından gerçekleştirilmiştir.Kamaların namlu denilen madeni bölümü daha da uzunlaştırılan Türk kılıçları dövme demirden ve ağırlıkları uç tarafa toplanacak biçimde yapılırdı.Her bozuluş yada kırılışta yeniden dövülerek kılıç biçimi veriliyordu.Türkler,kılıcın yapımında ve kullanımında de üstün yetenek göstermiş,kılıcın kullanım tekniğinde de büyük aşama yapmışlardır.Özel formüllerle yapılan kılıçlar yetenekli bileklerde büyük işler başarmışlardır.Tek vuruşta bir deve yavrusunu ikiye biçen bilek,yine tek vuruşta bir atlası ikiye bölüyor,kat kat yapılmış keçeyi doğruyordu.
Kılıcı saldırı aracı olarak kullanan Türkler kılı kesecek kadar hünerli idi ve savunma aracı olarak kalkanı da ona eş değer özellikte kullanıyordu.Avrupa kılıçları düz ve iki tarafı da keskin olarak yapılıyordu.Türk kılıçlarının ise bir tarafı keskin ve kıvrıktır.Mezarlarına atları ve kılıçları ile gömülmelerini isteyen Türklerin kazılarla sağlanan bulgularında bu tarihsel yönlerini yansıtan bir çok belge ele geçmiştir.
M.Ö. 23-24. Yüzyıl öncesine varan doğu Hun Türklerinin silahlarına ait Çin kaynaklarında geniş açıklamalar vardır.Bir bölümde şöyle denilmektedir:”Onların hepsi zırhlı süvarilerdi.Uzağa mahsus silahları yay ve oktu,Kısa silahları ise keskin kılıçlar ve mızraktı.
Tarihçi lofyor.”Türkler(kılıç,acemilik ve dikkatsizlikte bir toprak çanak gibi kırılır)der.kılıç onu kullananın bileğin kuvvet ve yeteneği ile üstünlük kazanır.İşte bu bilek Türklerde vardır” demektedir.
Ayrıca tarihi belgelerde Alparslan’ın yönettiği ani saldırılarda her Türk askerinin biri elinde,biri belinde,biride ağzında olmak üzere üç kılıcı olduğu belirtilir.Savaş dışında ise kılıç bir egemenlik sembolü olarak kullanılıyordu.
Kılıç;kabza,korkuluk ve namlu diye adlandırılan üç bölümden oluşmaktadır.
Kabza: Ağaç,boynuz,kemik yada madeni maddelerden yapılırdı.kabzanın süslü olmasına her dönemde ayrı bir özen gösterilirdi.
Korkuluk: Kılıcı kullanan kişinin elini bir darbeye karşı koruyan bölümdür.
Namlu ise: Kılıcın madeni bölümüdür.Türk kılıçlarının namluları eğridir.Eğri namlular darbede daha büyük yara açtıkları için delici kılıçlardan daha öldürücüdür.Bazı kılıçlarda iki yanları keskin,ucu sivri,düz yada yuvarlak olan namlu türleri de vardır.Namlunun keskin kenarına kılıç ağzı yada kılıç yalmağı denir.Kılıçlar kullanılmadıkları zaman “kın” denilen bir kılıfta korunur ve taşınır.Kın önceden madenden yada tahtadan yapılırdı.Kının üst tarafında bele bağlanmasını sağlayacak olan bölüm vardır.
Eski Türklerde kılıç yapımı ustalığı yanı sıra,kılıç üzerine ve kınına yapılan işlemecilikte büyük bir sanata dönüşmüştür.Kılıçların kınları ilk dönemlerden beri hayvan,bitki türündeki motiflere göre süslenirdi.Kılıçların üzerine de özellikle kabza bölümlerine;kaç yılında,hangi amaçla,kimin tarafından yapıldığı kazınarak işlenirdi.İslam dininin kabulünden sonra kılıçlar üzerine ayet,hadis ya da bazı mısralar işlemekte bir gelenek olarak benimsenmiştir.
11.Yüzyılda yazılan Kaşgarlı Mahmud un eserinde; demir maddesinde şu açıklamalar vardır; Kırgızlar Yabanku,Kıpçaklar ve öteki Türk boyları yemin edecekleri zaman demirden yapılmış kılıcı kınından çıkarırlar önlerine enine koyar “Bu kök girsin,kızıl çıksın” diyerek yemin ederlerdi.Bunun anlamı sözümde durmasam bu kılıç temiz girsin vücudumdan kanlı çıksın biçiminde idi.Bu suretle ”Demir intikamını alsın” demekti.
Eski Türklerde daha 5-6 yaşındaki çocuklar ellerine verilen tahtadan yapılmış kılıçlarla bu uğraşa hazırlanırdı.Daha sonra iki çocuk bu tahta kılıçlarla birbirlerinin karşısında beceri edinirlerdi.Eski kaynaklara göre Türkler eğri ve tek yüzlü bir savaş aracı olarak kullandıkları kılıçları ile ilgili düzenlenen oyunlara büyük önem verirlerdi.Kılıçla ilgili becerilerini artırmak,sergileyebilmek için sık,sık gösteri düzenlenirdi.Bu kılıç oyunları yıl dönümlerinde ve büyük törenlerde yakılan ateşin çevresinde,müzik eşliğinde ritmik hareketlerle yapılırdı.Bu oyunlar ve benzeri akrobatik hareketlerin Türk efsanelerinde, destanlarında geçmesi bunların tarihin derinliklerinden indiğini anlatır.
Kılıç-kalkan oyunu bir dini inançtan oluşmuştur.Bu gösteri ilkbaharda yeniden ateş yakmak amacı ile yeni yılın başında yapılırdı.Bundan yeni yılın ürünü için bir sonuç çıkarılırdı.
İki düşman kabile arasındaki iddialı gösterilerde öldürme koşulu vardı.Düğün ve bayram gibi özel günlerdeki gösterilerde ise oyuncular birbirlerini yaralamaktan kaçınırlardı.Ancak oyunun aşırı heyecan ile yinede ölenler olabilirdi.
Türkler çok iyi kullandıkları kılıçlarına kutsal bir değer kazandırmışlardır.Eski Türklerde olduğu gibi Osmanlı Türkleri de yeminlerini kılıç üzerine ederlerdi.Fatih Sultan Mehmet Bosna’daki Latin kilisesine tanıdığı ayrıcalığı doğrulamak için ”Kuşandığım kılıç hakkı için” diyerek güvence vermiştir.Yavuz Sultan Selim de Venediklilere ticaret ile ilgili olarak verdiği izni;”Kılıcım hakkı için” diyerek garanti etmiştir.
Kılıç yapımı için 3-5 kg ağırlığındaki kılıç yumurtası 5-8 cm çapında ve 8-12 cm yüksekliğinde oval biçimdeki bir çelik külçe dövülerek yapılırdı.Sonradan değişik formüllerle kılıca su verilirdi.Kılıca su verme işlemi başlı başına bir sanattı.Kılıç ustaları kendilerine özgü değişik su verme formülleri bulmuşlar ve bunları birbirlerinden büyük değer olarak gizlemişlerdir.Bu türde yapılan Türk kılıçları havaya atılan yaş pamuktan bir yumağı kolayca ikiye biçerdi.
Kaynak
Doğan Yıldız Türk spor tarihi İstanbul-1979
Cirit, bir diğer deyimle Çavgan, Türklerin yüzyıllardan beri oynadıkları bir ata oyunudur. Türkler, Orta Asya'dan Anadolu'ya bu atlı oyunu da dolu dizgin beraberlerinde getirmişlerdir. Türkler için at, mukaddes ve vazgeçilmez bir unsurdur. At sırtında doğar, at sırtında büyür, at sırtında savaşır, at sırtında ölürlerdi. At sütü kımız Türklerin yegâne içkisi idi. Cirit Oyunu, Türklerin en büyük tören ve sportif oyunu idi. Daha sonra 16. yüzyılda Osmanlı Türkleri tarafından bir Savaş Oyunu olarak kabul edildi. 19. yüzyılda bütün Osmanlı ülkesi ve saraylarının en büyük gösteri sporu ve oyunu oldu. Cirit, aynı zaman tehlikeli bir oyun olduğundan 1826 yılında II. Mahmut tarafından yasak edildi. Fakat daha sonra yine Osmanlı Ülkesi'nin başta gelen meydan ve savaş oyunu olarak her tarafa yayıldı.
Cirit Oyunu, daha 40-50 yıl öncesine değin Anadolu'da yaygın bir oyun olduğu halde son yıllarda sadece Balıkesir, Söğüt, Konya, Kars, Erzurum ve Bayburt yörelerinde yaşamaya devam etti. 20-25 yıldan beri Konya ve Balıkesir'de tarihe karıştı.
Buna rağmen halen Anadolu'nun hemen her köşesinde düğünlerde ve bayramlarda köy delikanlıları ve kasaba halkı Cirit Oyunu'nu oynamaktadır. Büyük şehirlerimize karşı köy ve kasabalarımızda yaşamaktadır. Sinop köylerinden Gaziantep'e, Bursa'dan Antalya'ya kadar Doğu, Batı, Güney ve Kuzey Anadolu'da köylerimizin güreşle beraber başlıca yiğitlik ve savaş oyununu teşkil etmektedir. Halkın ilgisini çekmek için cirit meydanında davullar ve zurnalar çalınır. Ayrıca Yurtdışı İran, Afganistan ve Türkistan Türkleri ile Türklerle meskûn diğer Asya yörelerinde de hâlâ canlılığını ve geleneğini sürdürmektedir.
Her yıl Ertuğrul Gazi Törenleri dolayısıyla eylül aylarının ikinci Pazar günleri Söğüt'te, çeşitli şenlikler vesilesiyle de Erzurum, Kars ve Bayburt dolaylarında oynanmaktadır.
1972 yılı eylül ayında Konya Turizm Derneği'nin teşebbüsüyle Konya'da bir Cirit Oyunları Şenliği düzenlenmiş, bu şenliğe Erzurum ve Bayburt Cirit Takımları katılmış ve büyük başarı sağlanmıştır. Cirit Oyunu Konya'da yeniden geleneksel olarak canlandırılmaya çalışılmaktadır.
Cirit Oyunu'nda iki takım bulunur. Bu takımlar 70 ilâ 120 metre genişliğindeki bir alanda karşılıklı olarak alanın en gerisinde 6'şar, 8'er veya 12'şer kişi olarak dizilirler. Ciritçiler bölgesel giyimleriyle atlarına biner. Sağ ellerine atacakları ilk ciriti, diğer ellerine de yedek ve yetecek miktarda cirit alırlar. İki tarafın birinden bir atlı öne fırlar, karşı dizinin önüne 30-40 metre kadar yaklaşır. Karşı tarafın oyuncularından birisinin adını seslenerek meydana davet eder. Sağ elindeki ciriti ona doğru savurur, sonra geri döner, atını kendi dizisine doğru mahmuzlar. Karşı tarafın davet edilen oyuncusu hızla onu takip eder, elindeki ciriti geri dönüp kaçan karşı taraf elemanına fırlatır. Bu kez ilk oyuncunun çıktığı sıradan diğer bir ciritçi onu karşılar. İkinci diziden çıkan, sırasındaki yerini almak için süratle yerine dönmeye çalışır. Bu defa rakibi onu kovalar ve ciritini atar.
Oyun böylece sürer. Cirit isabet ettiren ciritçi takımına bir sayı kazandırır. Eğer ciritçi attığı çavganı rakibine değil de ata isabet ettirmişse bir sayı kaybeder.
Ciritçi karşı taraf oyuncusundan kendisini sakınmak için çeşitli hareketler yapar, atın sağına soluna, karnının altına, boynuna ağar. Bazı ciritçiler rakibi kaçıp dizisine ulaşana kadar üç-dört cirit savurarak isabet ettirmek suretiyle sayı toplar. Bu arada başına, gözüne, kulağına cirit isabet eden bazı oyuncuların yaralandığı olur. Bu türlü isabetler neticesinde ölenlerin olduğu bile vakidir. Bu durumda ölen, er meydanında ölmüş sayılır, yakınları şikâyetçi ve dâvacı olmaz. Babaları ölen çocuklarıyla öğünürler.
Öte yandan cirit oyununda ölüm olmaması için, daha evvelleri hurma ve meşe ağacından 70-100 santim uzunluğunda, 2-3 cm. kutrunda yapılan ciritler, daha sonraları kavak ağacından yapılmaya başlanmıştır. Sopaların uçları silindir şeklinde kesilerek yuvarlatılır. Kabukları yontulur. Bu isabet halinde bir yara açılmasını ve ölüm tehlikesini yok etmek için alınan bir tedbirdir.
Seyredenler ciritçileri ve atları teşvik için çeşitli şekilde bağırır, onları heyecana getirirler.
Ciritçiler arasında birbirine hasım olanlar varsa, bunların karşı tarafta yer almamasına dikkat edilir, aynı dizi içine dahil edilirler. Gençler büyüklerinin bu görüşüne boyun eğer. Büyükler de bu töreye uyarlar. Eski ciritçilerden bir kurul, oyunun sonucunu ilân eder.
Cirit sona erince, cirit oyununu düzenleyenler başarılı olanlara ödüller, ziyafetler verir.
Cirit Oyunu Alpaslan'la beraber Anadolu'ya girmiş daha sonra Avrupa'ya ve Arabistan ülkelerine sıçramıştır. 17. yüzyılda Fransa'da, Almanya'da ve diğer ülkelerde de Cirit Oyunu yayılmıştır.
Konya Turizm Derneği'nin 1972 eylülünde düzenlediği Cirit Oyunları Şenliği dikkatleri tekrar bu ulusal sportif savaş oyunumuzun üstüne çekmiş bulunmaktadır. Bütün Yurt'da ilgi görmesi ve canlanması bu tür oyunlarımız için bir kazanç olacaktır.
CİRİT OYUNUNDA KULLANILAN TERİMLER
Değnek; Diğnek, Deynek: Çeşitli yörelerde cirit oyununa verilen ad.
Cirit Havası: Cirit oynanırken davul ve zurna ile özel ritmlerde çalınan ezgilerin tümü ya da bir tanesi.
At Oyunu: Ciritin Tunceli ve Muş yöresindeki adı.
At Oynatma Havası: Tunceli ve Muş yörelerinde ciritten önce at oynatma için özel ritmlerde çalınan ezgi ve ritmlere verilen ad.
Rahvan: Atın iki ayakla koşar gibi aynı yanda bulunan ayaklarını aynı anda atarak yaptığı, biniciyi sarsmayan bir yürüyüş şeklidir.
Rahvan At: Biniciyi sarsmadan yürüyen at.
Tırısa Kalkmak: Atın çaprazlama ayak atarak hızlı ve sarsıntılı yürüyüşüne denir.
Dörtnal: Atın en hızlı koşuşu.
Hücum Dörtnal: Atın en hızlı koşuşunun daha ilerisinde bir süratle hedefe at sürme.
Adeta: Atın düz yürüyüşü.
Aheste: Atın ağır ağır, arka kalçalara yüklenerek yürüyüşü.
At Başı: İki atın bir hizada oluşu.
At Cambazı: Ciritte at üzerinde beceri ve hüner gösteren binici.
At Oynatmak: Ciritte hüner göstermek.
Sipahi, Sipah, İspahi: Eskiden Yeniçeriler zamanında bir sınıf atlı askere denirdi. Fakat iyi at binen kişilere de at oyunlarında becerisi olan oyunculara da çeşitli yörelerde bu adlar kullanılmaktadır.
Seymen Olmak: Ulusal giysilerin yöreye ait olanlarının düğün nedeni ile Ankara dolaylarında giyilmesine denir.
Osmanlı: Atlı, suvari, anlamında kullanılmaktadır.
Menzil: Ciritte at üzerinde sıra biçiminde duranlara verilen ad.
Alan: Cirit meydanına verilen ad. Cirit oynanan yer.
Şehit: Ciritte isabet alıp ölenlere verilen ad.
Acemi: Savurduğu ciriti ata değen oyuncuya denir.
Cirit Oyunu (8.8 Mb)
Cirit Oyunundan Görüntüler
Atçılık-Binicilik
Günümüzde de olduğu gibi,ulusal ve Türk Tarihinin her döneminde “At Murattır” sözcüklerine bağlı kalınarak,her Türk ata karşı sevgi,güven,ilgi duymuş ve onu kendisinden bir parça kabul etmiş,ona kutsallık tanımış,saygınlık kazandırmış,sanatında,edebiyatında,müziğinde eşsiz bir yer vermiştir.
Nazmi Sevgen;”Türklerde at ve atçılık” adlı kitabında 1937 yılında Ankara da toplanan tarih kurultayında Avusturya lı tarih bilimcisi Hoopers atın ilk evcilleştirme hareketinin İç Asya da Türkler tarafından yapıldığını, Macar tarihçisi Allfoldin de,bu konudaki ilklerin Altay Türklerine ait olduğunu öne sürmüştür.Alman tarih bilimcisi Portriatz ise “Eski çağlarda at” adlı eserinde atın M.Ö.6000 dolaylarında Türkler tarafından evcilleştirildiğini iddia etmiş ve iddiası için bazı bulguları kesin kanıt göstermiştir.
Yaklaşık olarak M.Ö.4000 yılları dolaylarında Türkler tarafından bir çekim hayvanı olarak arabalara koşulan at,askeri amaçlarla savaş sınıfı oluşmasına sonuç olarak ta Asya’nın ve öteki kıtaların tarihi ve siyasal yaşamının oluşum ve değişiminde etkinlik kazanmıştır.Türkler onunla uzaklıkları enmişler,derisinden giysi ve ayakkabı yapmışlar,lezzetli buldukları tayının etini yemişler,kısrakların sütünden mayalanma ile sağlanan “Kımız” adı verilen ve keyiflendirici içkiyi yapmışlardır.Ayrıca yele ve kuyruklarını da değerlendirmişlerdir.kemiğinden kaymak için araç,kıllarından ağ,gözleri güneş ışığından koruyan bir tür gözlük örmüşlerdir.
Eski Türklerde at kültürü ile ilgili çeşitli bulgular bir belge olarak,bu gün çeşitli ülkelerin müzelerine değer katmaktadır.Yenisey yörelerinde eski Türkler tarafından,kayalar üzerine yapılmış at resimleri ve çok eski dönemlere ait,Türk mezarından çıkan eşyaların üzerinde süsleme sanatı olarak at figürleri kullanıldığı görülmektedir.Eski Türk destanlarında ve efsanelerinde at baş tacı dır,ayrı bir yeri vardır.Oğuz destanı atla başlar.Dede Korkut ta ,Bamsı Beyrek öyküsünde atla kardeşleşmiştir.
Eski Türklerin ilkel atları yakalayabilmek için Türlü yöntemler kullandıkları,kitabelerde yazılıdır.Karluk han buzullar içinden ünlü bir atı alıp çıkardığı için ad almıştır.Eski Türklerdeki ”Türk atsız,kuş kanatsız” sözü çok şey anlatır.
Tüm tarihi kaynaklar,atın vatanı olarak orta Asya bölgesini göstermektedir.Kırgız stepleri ile Gobi havalisinin atın vatanı olduğu konusunda görüş ve kanıt birliği vardır.Eski Türklerin “Yılkı” adını verdikleri at sürülerinin,ırk ve evcilleştirilmeleri ile ilgili bilgiler çok geniştir.
Atsız Türkler sosyal yaşamda hor görülürdü,fakirlik nedeni ile ata sahip olamayanlar çalmak zorunda idi.Eski Türkler sadece at çalmayı olağan saymışlardır.Zira bu bir beceri olarak kabul ediliyor ve atını çaldıran kişi için bu hareket onur kırıcı olarak değerlendiriliyordu bu nedenle kabileler arasında sık sık çatışma çıkıyordu.
Çalınan atları belirlemek amacıyla atları özel damgalama yöntemleri uygulanıyordu.Damga yerine bazı kabileler atın kulaklarına özel işaretler işlemeyi yeğlerlerdi.kabile sembolleri olarak benimsenen biçimler mezar taşlarında da görülür.
Eski Türklerde at yarışları ile eş seçiminde de kullanılıyordu.
Bu yarışlar iki türlü oluyordu birisinde atlı kızlar bir grup halinde yarışa başlıyorlar ve arkalarından atlarını grup halinde koşturan erkekler içlerinden birini yakalayıp atlarının terkilerine alıyorlardı.Daha sonra eş olarak seçtikleri bu kızlarla evleniyorlardı.
Diğer türlü ise eğer kızın isteyeni çok olursa yarışa kız tek başına başlıyor,daha sonra ardından atlarını koşturan erkek grubundan kim kızı yakalarsa o evlenme hakkını elde ediyordu.
Eski Türklerde görülen atla bütünleşme", Osmanlı Türklerinde de sürmüştür. At, Osmanlı,Türklerinde onur, saygı ve sevgi unsuru olarak kabul edilen bir yoldaş olmuştur. Bunlarla başarıdan başarıya koşmuşlar; üç kıta üzerinde egemenliklerini sürdürmüşlerdir.
Anadolu Selçuklularında 100 bin süvariden oluşan bir ordu bulunuyordu. Osmanlı imparatorluğunda ise, 16.yüzyılda bu sayı 250 bine yaklaştı. Edirne, Filike. Selánik. Amasya, Yozgat, Merzifon, Eskişehir (çifteler çiftiği), Malatya (Sultan suyu), Veziriye, Adana (Cukurova)'daki hayvan ocaklarında, at yetiştiricilik düzeltilmesi için sürekli çalışmalar yapılıyordu. Ancak, Osmanlı imparatorluğunun gerileme ve özellikle çöküş döneminde at yetiştiriciliği ve ırk düzenlenme çalışmaları öneminì tamamen yitirmiş, sürekli savaşlar nedeniyle ülke atçılığı adeta çökmüştür.
Yaşama sevincini, atıyla paylaşan, onunla mutlu olan ve hattâ onunla birlikte gömülen at, Türk'ün kalbinde, ağıtlarında ,edebiyatında. türkülerinde, atasözlerinde benzersiz bir yer almıştır. Osmanlıların genişleme döneminde, Giritlilerin bir sözü çok yaygındı: "Adaya önce Türk'ün atı, sonra kendisi ayak basacak." Gerçekten de öyle olmuştur. Aşık Paşa tarihinde, Osmanlı Padişahlarından Orhan Beyin, atlarını nalbanda kendisinin götürdüğü anlatılır. Bu hareket, Türklerde, en büyüğünden en küçüğüne kadar, ata gösterilen ilgi ve sevgiyi yansıtır. öyle ki, at sahiplerinden atlar için vergi alınmazdı.
Emrullah Efendi "'Memalik-i şahane"de, at vergisi asla vaz'edilmediği cihetle, bizde at vergisinden xxxxx mahal yoktur demektedir. Osmanlı Türk illerinde atlar, görevlerine göre şöyle adlandırılırdı: önemli haber götüren süvarilerin bindikleri dayanıklı "Ilgar atı", posta süvarilerinin bindiği "Menzil atı", akıncı ve süvarilerin bindikleri "Cenk atı", yarışlara katılanlara "Koşu atı", süvarilerin yedeklerinde bulundurdukları "Yedek atı", yük taşıyan "Semer atı", damızlık olarak yararlanılan "Aşı atı", törenlerde komutan ve subayların bindikleri "Alay atı", arabalar koşulanlara "Araba atı" ve avlarda kullanılanlara "Av atı." Osmanlılarda, eğer, murassa ve sorguçlu başlıklar, altın ve gümüş üzengiler, gemler, at koşum takımları, saray arabalarının koşum takımları birer sanat eseri idi.
Sultan Abdülaziz dönemi sonrasında ülkedeki at kalitesi değerini gittikçe yitirirken, tersine olarak at yarışları da daha düzenlilik kazanmıştır. Ancak, ilk düzenli at yarışları l9ncu yüzyılın son yılarında belirginleşir. Sultan Abdülaziz döneminde Kağıthane'de, "Kağıthane Yarışları" adı altında bir süre at yarışları düzenlenmiştir. Bunlar bir tür ilkel yarışçılık düzenlemeleri olmuştur. Zira pist gelişigüzel düzenlenmiş bir güzergah biçimindedir. Sonraki yıllarda ünlü mirasyedilerden Veli efendizade, bugün Veli efendi Tesislerinin bulunduğu yerde, birkaç arkadaşı ile birlikte sistemsiz olarak düz bir toprak üzerinde at yarışları yaptırdıkları görülür. Bu yarışlara ilgi duyanların sayısı 15-20 kadardı. öte yandan yine aynı yıllarda Manisa'da Bekir Ağa'nın bireysel çabalarıyla, düzensiz bazı yarışlar yapılmıştır.
Kaynak
Doğan Yıldız Türk spor tarihi İstanbul-1979
Okçuluk Tarihi Tarihin Derinliklerinde Ok ve Yay
Ok ve yayı elinize aldığınız an, zaman içinde neredeyse 20 bin yıl öncesine uzanan bir yolculuğa çıkıyorsunuz demektir. Ok ve yay, ilkel insan topluluklarının hayatta kalma mücadelesinde önemli bir rol üstlenmekteydi. Bazı araştırmacılar yayın ilk kez 15.000 yıl önce Afrika�da kullanıldığını düşünmektedirler. Bu süreyi 50.000 yıla kadar çıkaran yazarlar varsa da, genel kabul gören düşünce bunun çok abartılı olduğudur.
İslam geleneğine göre ok ve yay Cebrail tarafından Hz. Adem'e, ekinlerini kargalara karşı koruyabilmesi için getirilmiştir. Ancak bilimsel veriler, "İlk İnsan"ın daha ilkel silahlar kullanmış olduğunu ispatlamaktadır.
Yayın ilk kez nerede ve ne zaman kullanıldığını belirlemek güçtür, çünkü yayın ana malzemesi ağaçtır ve zamanın aşındırıcı etkisine karşı koyamamaktadır. Mağara duvarlarındaki resimler ipucu vermekten öteye geçmemektedir. Çünkü bu resimlerde arkası tüylerle donatılmış görülen okların, atlatl adı verilen bir tür mızrak fırlatıcısına ait dartlar olması olasılığı yüksektir. Avrupa�da arkeolojik buluntu olarak kayda geçmiş en eski yaylar 1930�da Almanya�nın kuzeyinde bulunmuş olan Stellmoor kalıntıları ve Danimarka�daki Holmegaards kalıntılarıdır. Bu iki buluntu, sırasıyla 10.000 ve 8.000 yıl öncesine tarihlenmektedir. Holmegaards�da bulunan tipte yaylar başka arkeolojik buluntularda da ele geçmiş, en genç kalıntılar 4.800 yıl öncesine tarihlendirilmiştir. Her iki yay da Taş Devri�ne ait silahlardır.
Zaman içinde yay, önemli bir savaş aracı haline gelmiştir. Ateşli silahlar yayın tahtını sarsana kadar av için de etkili ve aranan silah olma özelliğini korumuştur.
Okçuluğun Spor Dalı Olarak Gelişmesi
Ateşli silahların gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla yay hem Doğuda hem Batıda savaş alanlarından silinmiş, ancak okçuluk zor ve eğlenceli bir spor dalı olarak varlığını korumuş, günümüze kadar çeşitli kollardan gelişimini sürdürmüştür.
Okçuluğun Batıda bir spor dalına dönüşmesi, başlangıcı 16. yüzyıla dayanan bir süreçtir. İngiliz kralı VIII. Henry okçuluğun bir spor dalı olarak gelişmesi için girişimde bulunmuş, ilk okçuluk derneği, �Guild of St. George�, 1537�de, kralın emriyle kurulmuştur. Okçuluk ile ilgili bilginin korunması ve Ingilizler arasında okçuluğa ilginin arttırılması amacıyla, 1545�de Roger Ascham tarafından Toxophillus adlı kitap yayınlanmıştır. 1600�ler boyunca okçuluk dernekleri kurulmuş ve düzenledikleri turnuvalar ile okçuluk bir müsabaka sporu haline getirilmiştir.
Kuzey Amerika�da ise ilk göçmenlerin gelmesi ile, Eski Dünya�nın yay yapımı ve okçuluk ile ilgili bilgileri de bu yeni kıtaya taşınmıştır. Kısa zamanda hedef okçuluğu bu kıtada da sevilen bir uygulama haline gelmeye başlamış, 1828�de �United Bowmen of Philedelphia� adıyla ilk okçuluk derneği kurulmuştur. Amerikan İç Savaşından sonra eski Konfederasyon askerlerinin ateşli silah bulundurmaları yasaklanınca, yay bir av silahı olarak ön plana çıkmıştır. Maurice Thompson�ın �The Witchery of Archery� (Okçuluğun Büyüsü) adlı kitabı yazmasını takiben, okçuluğa olan ilgi ülkede hızla büyümüş, 1879�da National Archery Association (Milli Okçuluk Birliği) kurulmuş ve müsabakalar düzenlemeye başlamıştır. �Field Archery� (�saha okçuluğu�) denilen ve avlanma koşullarını simule eden bir tür hedef okçuluğunun ortaya çıkması ve yay ile avlanmanın giderek yaygınlaşmasıyla, 1939�da National Field Archery Association (Milli Saha Okçuluğu Birliği) kurulmuştur
1904'ten itibaren Olimpiyat Oyunlarında bayanlar müsabakaları da eklendi. Fotoğraf, 1908'deki karşılaşmalarda çekilmiştir.
Okçuluk Olimpiyatlara resmi olarak ilk kez 1900 Paris Olimpiyat Oyunları ile girmiştir. Bunu takiben 1904 St. Louis ve 1908 İngiltere Olimpiyatlarında yer alan okçuluk, 1920�de Belçika�da düzenlenen Olimpiyatlara kadar bir daha görülmemiştir. Bundan sonraki 52 yıl boyunca, ikinci bir ortadan kayboluş yaşanmıştır.
Müsabakaya yönelik okçuluğu bir düzene oturtabilmek için, Polonyalı okçular 1930�larda uluslararası bir oluşum meydana getirmenin peşine düşmüşler, bu uğraşların sonunda Federation Internationale de Tir A L�Arc (Uluslararası Ok ve yay Federasyonu), bilinen kısaltmasıyla FITA kurulmuştur. FITA evrensel kurallar tespit etmiş ve Olimpiyat Oyunları dahil olmak üzere bir çok spor organizasyonunda yer alacak okçuluk disiplinleri geliştirmiştir. Okçuluk, 1972�de tekrar Olimpiyat Oyunlarına dahil olmuştur.
Ok ve yay tasarım ve imalatında, kullanılan materyaldeki ve onu işleyen teknolojideki gelişmeler sonucunda, yayın atış hassasiyeti hatırı sayılır derecede artmıştır. Bu da, okçuluğa duyulan ilginin artmasına sebep olmuştur. Ancak bu gelişmeler, okçuluğun modern materyal ve teknolojiye bağımlı hale gelmesine sebep olmuştur. Yine de, primitif malzemeye dayalı geleneksel okçuluk uygulamaları sınırlı bir kitle tarafından sürdürülmüştür. Japonya, Kore, Moğolistan gibi ülkeler kültürlerinin birer parçası olan geleneksel okçuluk stillerini ve ilgili malzemenin yapılmasına yönelik bilgiyi korurlarken, �geleneksel� okçuluğun önemli bir ayağı da, ABD�nde ortaya çıkmıştır ve bütün dünyada hızla sempatizan bulmaktadır.
Türk geleneksel okçuluğu ise maalesef tarihe karışmıştır ve bu konu ile ilgili bilginin korunması için acil entellektüel yardım ve çaba gerekmektedir. Konu tamamen öksüz ve yetim bırakılmamışsa da, yapılan araştırma ve yayın çok azdır. Yeni nesillerin konuya ilgisi azdır, ilgisi olanlar da maalesef yeterli bilgiye sahip değildir. Günümüzde, yurdumuzda uygulanan okçuluk da stil, malzeme ve bilgi açısından tamamen Batılıdır.
Güreş Nedir :
Türk spor tarihinde engin, Türk spor geleneğinde zengin bir yere sahip olan güreş sporu, insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir. Bütün sporların prototiplerinde olduğu gibi, güreşte eski devirlerde savaşa hazırlık amacıyla yapılmaktaydı. Eski Türklerde de bu amaç var olmakla birlikte özel ve genel toylarda (şenlikler/ merasimler), yuğ (yas) merasimlerinde, pazar ve panayır yerlerinde, yaylada konup göçüşlerde ve her türlü buluşma ve kaynaşma yerlerinde yapılmıştır.
Diğer bir bakışla güreş, Türkler de siyasi ve askeri, dini, sosyal ve kültürel bir çok fonksiyonların yerine getirilmesinde en önemli aksiyonlardan biri olmuştur. Ayrıca, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik yapı ve yaşayışında ayrılmaz bir parçası görünümünü almıştır. Dolayısıyla sosyal bütünleşmeye ve sosyalleşme sürecine de büyük katkılar sağlamıştır. Böylece eski medeniyetlerin hemen hepsinde görülen güreş sporu, hiçbir zaman Türklerde ki kadar çok yönlü fonksiyonları icra etmemiştir (Balgambayev,1981).
IXX. asrın ortalarından itibaren çağın değişmesine ve gelişmesine paralel olarak, Türk Güreşi de bünyesinde bulundurduğu bu çok yönlü fonksiyonların bir çoğunu, belki de tamamına yakınını kaybetmiştir.
Ancak, spora olan ilgi bütün dünyada gün geçtikçe daha da artmıştır. Milli düzeyden milletlerarası düzeye çıkan ve uluslar arası spor halkasına eklenen branş sayısı her gün biraz daha artmıştır. Bunun en bariz örneği; İlk modern olimpiyatta (1886) yapılan spor branşları ile son olimpiyatta (2000) yapılan spor branşları sayılarında ki artışla görülebilmektedir. Olimpiyatlara katılan ulus sayısı da buna paralel olarak artmıştır.
Fakat, milli düzeyden milletlerarası düzeylere çıkan sporlarda daha ziyade gelişmiş ülkelerin ağırlıkları görülmektedir. Bu durum sporun milletlerarası kültürel temaslarının yanı sıra, milletlerin birbirlerine siyasi ve kültürel propaganda yaptıklarını da göstermektedir. Milletlerarası spor halkasına yeni bir spor ekleyen uluslardan daha fazla, geçmişte bünyesinde bir çok sporu barındıran Türkler, bırakın bu sporları milletlerarası spor halkasına eklemeyi; milli kültür halkası için de bile yeterince barındıramamışlardır.
Zamanla bir takım gelenekler ortadan kalkmış veya orijinalliğini yitirmiştir. Bu durum telafisi mümkün olmayan kayıplara yol açmıştır. Türk kültür hayatında büyük öneme haiz olan geleneksel güreşlerde, bu durumdan kendisine düşen payı almıştır. Kahramanmaraş yöresinde yakın tarihe kadar çok yaygın olan Şalvar Güreşi vardı ki, bu güreş her bakımdan günümüz minder güreşi ( özellikle serbest güreş) için çok önemli bir altyapı potansiyeliydi. Fakat, senede bir kez çok zorluklar altında ancak yapılabilmektedir.
Yine Geleneksel Spor Dalları Federasyonu’na (GSDF) bağlı olarak Gaziantep ve Hatay yörelerinde yapılan Aba Güreşleri bulunmaktadır. Günümüzde az da olsa hala yapılmakta olan bu güreşlerden özellikle Hatay yöresinde yapılanı; günümüz Orta ve Kuzey Asya ile Kafkasya da hala çok yaygın olarak yapılan ( Abbotov, 1991; Bektenov ve Musim, 1978) aba güreşleriyle her bakımdan aynilik ve orijinallik taşımaktadır. Bu güreşlerin çok önemli bir yanı da, eski Türk geleneğinde olduğu gibi hala Orta ve özellikle Kuzey Asya Türk halklarının bayanlarının da yapmış olmalarıdır. Hatay usulü aba güreşlerinin diğer bir önemli yanı da, minder güreşiyle teknik ve fizyolojik açıdan benzer oluşudur. Bu bağlamda aba güreşi; hem alt yapı ve potansiyel açıdan hem de Türk bayan güreşini kalkındırmak bakımından önem arz ettiği görülebilmektedir.
Güreş Federasyonu (TGF)’na bağlı olarak organize olan Karakucak ve yağlı Güreşlerde bulunmaktadır. Bunlardan karakucak güreşleri eskisi kadar yoğun yapılmamakla birlikte; eskiden beri serbest güreşin bölgesel potansiyelliği ve başarı grafiği ile paralel bir seyir izlediği bilinmektedir. Bu durum, karakucak güreşlerinin nazari-dikkate alınmasını gerektirmektedir.
Yağlı Güreş
yukarıda adı geçen aba, şalvar ve karakucak güreşleri kadar geleneksel Türk unsurlarını, rituel sujeleri vs. bütün proto özellikleri üzerinde taşımamaktadır. Aynı zamanda minder güreşlerine de bir alt yapı görünümünde değildir. Çünkü yağlı güreş fizyolojik açıdan minder güreşleriyle farklılık göstermektedir. Ancak, yağlı güreşin günümüzde dahi bazı bölgelerde birinci lig futbol derbi maçları kadar bir sektörü bulunmaktadır. Bu açıdan göz ardı edilmemesi kanaati hasıl olmaktadır.
Minder güreşi (serbest ve Greko-Romen), Türkiye ye ilk geldiği yıllarda klasik (geleneksel) güreşlerin gölgesinde kalsa da, kısa sürede kendisini toparlamıştır. 1970’li yıllara kadar ülkenin en popüler ve sektörel bir sporu olan güreş, ondan sonraki yıllarda bu popülaritesini yavaş-yavaş yitirmiştir. Günümüzde çok şeyde olduğu gibi sporun popülaritesi de kitle iletişim araçlarına bağlıdır. Medya diye tabir edilen bu araçların Türk güreşine yeterli düzeyde yer vermediği açıktır. Buna sebep olarak Türk güreş camiası veya FILA gösterilebilir.
Ancak, şöyle bir geriye dönüp bakıldığında; Türkiye’yi yurt dışında en iyi temsil etmiş branşın güreş sporu olduğu açıkça görülecektir. Dünyanın en büyük organizasyonu olan Olimpiyat oyunlarında şimdiye kadar Türkiye’nin aldığı toplam altın madalya sayısı 33’dür. Bunun 27’si güreşten gelmiştir. Dünya ve Avrupa Şampiyonalarında güreşin getirdiği altın madalya sayısı ise, yaklaşık bunun altı katıdır. Güreş camiasının bütün sporlara çok iyi gözle baktığı; güreşçilerin komple sporcu oluşlarıyla da ortadadır. Fakat, uluslararası düzeyde Türkiye ye hiç şampiyonluk yaşatmamış branşları saatlerce, günlerce, aylarca ve hatta yıllarca medyadan seyrederken; bu denli başarı kazandırmış güreşi, hiç denecek kadar az görmek veya hiç görememek; hem Türk güreş severleri üzmekte hem de Türk güreşinin bu ilgisizliği hakketmediği kanaati hasıl olmaktadır.
Bazı yabancı uzmanların güreşe en yetenekli ve istekli insanların başında Türklerin geldiğini hem teoride (Sımakov,1984) hem de pratikte (Sapunov, 2001) belirtmektedirler. Türkiye de güreş sporunu yapacak çağda insanların çokluğu ve bu spora istekli pilot bölgelerin sıklığı herkes tarafından bilinmektedir. Bura da yetkili ve ilgililere, Türk güreşini dünyada hak ettiği yere getirebilmek için, maddi manevi imkanları en iyi şekilde değerlendirmek kalmaktadır. Elbette ki bu işte kolay değildir. Güreş alanıyla ilgili akademisyen ya da uzman kişilerin samimi veya özverili olmalarının da yeterli olmadığı anlaşılmaktadır.
Part-Time çalışmalarla Türk güreşinin bir yerlere gelemeyeceği özellikle son beş yılda yeterince anlaşılmıştır. Bütün olumsuzlukları olumlu yöne çevirmek; mevcut potansiyelleri en verimli veya başarılı hale getirmek; aynı zamanda profesyonellik gerektirdiği açıktır. Alanında uzmanlaşmış kişi veya akademisyenlerin zamanlarının tamamını veya bir çoğunu Türk güreşine ayırmalarının gerekli olduğu anlaşılmaktadır.
Kılıç sporları
Süvari bir ulus olan Türklerde kılıcın her kişinin yanında taşıdığı bir araç olması çok doğaldır.Türkler at ve kılıçla tarih boyunca çağlar açmışlar,çağlar kapamışlardır.Kılıç Türklerde kutsal kabul edilmiştir.Demir ve onu eriten ateşin büyük bir ruhsal yönü olduğu kabul edilirdi.Demire büyük saygı gösteren Türkler bu nedenle kılıca da saygı göstermişler,yeminlerini kılıç üzerinde yapmışlardır.
İyi kılıç yapımı demiri bulan Türkler tarafından gerçekleştirilmiştir.Kamaların namlu denilen madeni bölümü daha da uzunlaştırılan Türk kılıçları dövme demirden ve ağırlıkları uç tarafa toplanacak biçimde yapılırdı.Her bozuluş yada kırılışta yeniden dövülerek kılıç biçimi veriliyordu.Türkler,kılıcın yapımında ve kullanımında de üstün yetenek göstermiş,kılıcın kullanım tekniğinde de büyük aşama yapmışlardır.Özel formüllerle yapılan kılıçlar yetenekli bileklerde büyük işler başarmışlardır.Tek vuruşta bir deve yavrusunu ikiye biçen bilek,yine tek vuruşta bir atlası ikiye bölüyor,kat kat yapılmış keçeyi doğruyordu.
Kılıcı saldırı aracı olarak kullanan Türkler kılı kesecek kadar hünerli idi ve savunma aracı olarak kalkanı da ona eş değer özellikte kullanıyordu.Avrupa kılıçları düz ve iki tarafı da keskin olarak yapılıyordu.Türk kılıçlarının ise bir tarafı keskin ve kıvrıktır.Mezarlarına atları ve kılıçları ile gömülmelerini isteyen Türklerin kazılarla sağlanan bulgularında bu tarihsel yönlerini yansıtan bir çok belge ele geçmiştir.
M.Ö. 23-24. Yüzyıl öncesine varan doğu Hun Türklerinin silahlarına ait Çin kaynaklarında geniş açıklamalar vardır.Bir bölümde şöyle denilmektedir:”Onların hepsi zırhlı süvarilerdi.Uzağa mahsus silahları yay ve oktu,Kısa silahları ise keskin kılıçlar ve mızraktı.
Tarihçi lofyor.”Türkler(kılıç,acemilik ve dikkatsizlikte bir toprak çanak gibi kırılır)der.kılıç onu kullananın bileğin kuvvet ve yeteneği ile üstünlük kazanır.İşte bu bilek Türklerde vardır” demektedir.
Ayrıca tarihi belgelerde Alparslan’ın yönettiği ani saldırılarda her Türk askerinin biri elinde,biri belinde,biride ağzında olmak üzere üç kılıcı olduğu belirtilir.Savaş dışında ise kılıç bir egemenlik sembolü olarak kullanılıyordu.
Kılıç;kabza,korkuluk ve namlu diye adlandırılan üç bölümden oluşmaktadır.
Kabza: Ağaç,boynuz,kemik yada madeni maddelerden yapılırdı.kabzanın süslü olmasına her dönemde ayrı bir özen gösterilirdi.
Korkuluk: Kılıcı kullanan kişinin elini bir darbeye karşı koruyan bölümdür.
Namlu ise: Kılıcın madeni bölümüdür.Türk kılıçlarının namluları eğridir.Eğri namlular darbede daha büyük yara açtıkları için delici kılıçlardan daha öldürücüdür.Bazı kılıçlarda iki yanları keskin,ucu sivri,düz yada yuvarlak olan namlu türleri de vardır.Namlunun keskin kenarına kılıç ağzı yada kılıç yalmağı denir.Kılıçlar kullanılmadıkları zaman “kın” denilen bir kılıfta korunur ve taşınır.Kın önceden madenden yada tahtadan yapılırdı.Kının üst tarafında bele bağlanmasını sağlayacak olan bölüm vardır.
Eski Türklerde kılıç yapımı ustalığı yanı sıra,kılıç üzerine ve kınına yapılan işlemecilikte büyük bir sanata dönüşmüştür.Kılıçların kınları ilk dönemlerden beri hayvan,bitki türündeki motiflere göre süslenirdi.Kılıçların üzerine de özellikle kabza bölümlerine;kaç yılında,hangi amaçla,kimin tarafından yapıldığı kazınarak işlenirdi.İslam dininin kabulünden sonra kılıçlar üzerine ayet,hadis ya da bazı mısralar işlemekte bir gelenek olarak benimsenmiştir.
11.Yüzyılda yazılan Kaşgarlı Mahmud un eserinde; demir maddesinde şu açıklamalar vardır; Kırgızlar Yabanku,Kıpçaklar ve öteki Türk boyları yemin edecekleri zaman demirden yapılmış kılıcı kınından çıkarırlar önlerine enine koyar “Bu kök girsin,kızıl çıksın” diyerek yemin ederlerdi.Bunun anlamı sözümde durmasam bu kılıç temiz girsin vücudumdan kanlı çıksın biçiminde idi.Bu suretle ”Demir intikamını alsın” demekti.
Eski Türklerde daha 5-6 yaşındaki çocuklar ellerine verilen tahtadan yapılmış kılıçlarla bu uğraşa hazırlanırdı.Daha sonra iki çocuk bu tahta kılıçlarla birbirlerinin karşısında beceri edinirlerdi.Eski kaynaklara göre Türkler eğri ve tek yüzlü bir savaş aracı olarak kullandıkları kılıçları ile ilgili düzenlenen oyunlara büyük önem verirlerdi.Kılıçla ilgili becerilerini artırmak,sergileyebilmek için sık,sık gösteri düzenlenirdi.Bu kılıç oyunları yıl dönümlerinde ve büyük törenlerde yakılan ateşin çevresinde,müzik eşliğinde ritmik hareketlerle yapılırdı.Bu oyunlar ve benzeri akrobatik hareketlerin Türk efsanelerinde, destanlarında geçmesi bunların tarihin derinliklerinden indiğini anlatır.
Kılıç-kalkan oyunu bir dini inançtan oluşmuştur.Bu gösteri ilkbaharda yeniden ateş yakmak amacı ile yeni yılın başında yapılırdı.Bundan yeni yılın ürünü için bir sonuç çıkarılırdı.
İki düşman kabile arasındaki iddialı gösterilerde öldürme koşulu vardı.Düğün ve bayram gibi özel günlerdeki gösterilerde ise oyuncular birbirlerini yaralamaktan kaçınırlardı.Ancak oyunun aşırı heyecan ile yinede ölenler olabilirdi.
Türkler çok iyi kullandıkları kılıçlarına kutsal bir değer kazandırmışlardır.Eski Türklerde olduğu gibi Osmanlı Türkleri de yeminlerini kılıç üzerine ederlerdi.Fatih Sultan Mehmet Bosna’daki Latin kilisesine tanıdığı ayrıcalığı doğrulamak için ”Kuşandığım kılıç hakkı için” diyerek güvence vermiştir.Yavuz Sultan Selim de Venediklilere ticaret ile ilgili olarak verdiği izni;”Kılıcım hakkı için” diyerek garanti etmiştir.
Kılıç yapımı için 3-5 kg ağırlığındaki kılıç yumurtası 5-8 cm çapında ve 8-12 cm yüksekliğinde oval biçimdeki bir çelik külçe dövülerek yapılırdı.Sonradan değişik formüllerle kılıca su verilirdi.Kılıca su verme işlemi başlı başına bir sanattı.Kılıç ustaları kendilerine özgü değişik su verme formülleri bulmuşlar ve bunları birbirlerinden büyük değer olarak gizlemişlerdir.Bu türde yapılan Türk kılıçları havaya atılan yaş pamuktan bir yumağı kolayca ikiye biçerdi.
Kaynak
Doğan Yıldız Türk spor tarihi İstanbul-1979
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder