Menü

ADS

20 Şubat 2012 Pazartesi

Peri Bacaları ile ilgili sloganlar nelerdir?

Peri Bacaları ile ilgili sloganlar nelerdir?

Kapadokya Genel Tarihçe 
Erozyonun oluşturduğu Peri Bacaları ve inanılmaz görüntülerle herkesi şaşırtan vadileri, insanların inanç uğruna oyarak inşa ettikleri ve günümüze kadar canlılığını koruyabilmiş freskleriyle kaya kiliseleri, canlarını kurtarabilmek amacıyla yerin metrelerce altını -kimi zaman sekiz kat- oyarak yeraltı yerleşim yerleri bugünkü Kapadokya’yı meydana getirir. İnsan ve doğa el ele vermiş ve dünyanın harikalarından birini ortaya çıkarmıştır. Roma İmparatorluğu döneminde yaşamış olan Strabon, Geographika adıyla yazmış olduğu kitabında Kapadokya’yı, doğuda Malatya, batıda Aksaray, güneyde Toros Dağları ve kuzeyde Doğu Karadeniz’e kadar uzanan b ir bölge olarak sınırlandırır.
Bugün ise Kapadokya eşittir peribacaları, kaya kiliseleri, yeraltı şehirleri olduğu için bugünkü Kapadokya, bu oluşumların en yoğun olduğu Avanos, Ürgüp, Uçhisar, Göreme, Ortahisar, Gülşehir, Derinkuyu ile Aksaray yakınındaki Ihlara vadisi akla gelmektedir. Kapadokya bölgesinin jeolojik oluşumu Erciyes, Hasan, Melendiz, Göllüdağ ile daha birçok küçük volkanik dağların, Üst Miyosen çağda patlamaları ile başlamıştır. Bölgeye yayılan lavlar, göller, akarsular üzerinde 100-150 metreyi bulan değişik sertlikte tüf tabakasından oluşan yüksek bir plato meydana getirmişlerdir. Zamanla bu platonun, erozyonun etkisiyle inanılmaz derecede aşınması sonucu bugünkü vadiler ortaya çıkmış, peri bacası adı verilen üzerinde daha sert ve geniş bir kaya tabakasının bulunduğu konik şekiller oluşmuştur. Dünyanın birkaç bölgesinde de görülen Peri Bacaları, hiçbir yerde Kapadokya’da olduğu kadar yoğun bir şekilde bulunmamaktadır. Tabiatın bu cömertliğinden yararlanan insanoğlu ise, oyulmaya çok elverişli olan bu kalın kaya kütlesini oyarak, günün şartlarına göre evler, manastırlar, kiliseler ve yeraltı sığınakları yapmışlardır. Özellikle Hıristiyanlığın Anadolu’da yayılmaya başlamasıyla birlikte, Kapadokya’nın jeolojik yapısının verdiği bu avantajla manastır ve kilise sayısı binlerle ifade edilen sayıya ulaşmış ve Hıristiyan keşişlerin merkezi durumuna gelmiştir. M.Ö. 2000′lerden başlayarak Hititler bölgeye yerleşmiş ve yerli halkla kaynaşarak Büyük Hitit İmparatorluğunu kurmuşlardır. Bu dönemde Kayseri yakınlarında bulunan Kültepe (Neşa,Kaniş) Asur Ticaret Kolonilerinin önemli bir ticaret merkezi durumundadır. M.Ö. 1200′lere kadar hüküm süren Hitit İmparatorluğunun yıkılmasından sonra Geç Hitit Devletleri kurulmuştur. Friglerin, Geç Hitit Devlerine son vermesinden sonra Kimmerlerin, Medlerin ve M.Ö. 547′den itibaren ise Perslerin hakimiyetinde kalmıştır. Persler Anadolu’yu Satraplık adı verilen bölgelere ayırarak yönetirler. Bu bölgelerden biri olan bugünkü Kapadokya bölgesine ise Pers dilinde “Güzel Atlar Ülkesi” anlamına gelen Katpatuka adını verirler. Pers İmparatorluğu’nu yıkan Büyük İskender Katpatuka’da beklemediği bir direnişle karşılaşır. Bunun üzerine, komutanlarından biri olan Sabistas’ı bölgeyi denetim altına almakla görevlendirir. Buna karşı çıkan halk bir Pers asilzadesi olan I. Ariarathes’i (M.Ö. 332-352) kral ilan eder. Büyük İskender ile iyi ilişkiler kuran I. Ariarathes, Kapadokya Krallığının sınırlarını da genişletir. Büyük İskender’in ölümüne kadar barış içinde yaşayan Kapadokya Krallığı, yeniden bir savaş dönemine girer ve Pontus, Galat, Makedonya ve Romalılarla mücadele eder. M.S. 17 yılında Tiberius Roma İmparatorluğuna bağlayarak eyalet haline getirir. Batıya açılan yeni yolların yapılması, eyaletin merkezi durumundaki Kayseri’nin önemini artırmış, ticaretin Asur Ticaret Kolonilerindeki parlak dönemindeki canlılığına kavuşmuştur. Daha sonraki yıllarda İran’dan gelen Sasanilerin akınlarından korunmak için şehrin etrafı surlarla çevrilmiştir. Hıristiyanlığın yayılması sırasında, Kapadokya bölgesi bu bakımdan da önemini artırmış ve Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu tarafından resmi din olarak kabul edilince Kayseri Başpiskoposluk merkezi haline gelmiştir. IV. Yüzyılda Başpiskopos olan Aziz I. Basilius’un büyük çabalarıyla Hıristiyanlık bölgeye yerleşmiş ve kayalar içinde mistik bir manastır hayatı başlamıştır. Roma İmparatorluğu M.S. 395 yılında ikiye ayrılınca, Kapadokya doğal olarak Doğu Roma İmparatorluğunun sınırları içinde kalır. VII. Yüzyıl başlarında Bizanslılarla Sasaniler arasında yoğun savaşlar meydana gelmiş ve Sasaniler 6-7 yıl bölgeyi ellerinde tutmuşlardır. M.S. 651 yılında, Halife Osman Sasani Devletini yıktıktan sonra, Arap-Emevi akınlarına maruz kalır Kapadokya halkı. Bu karışıklık sırasında, bir süredir devam eden hıristiyan mezhep çatışmaları, özellikle İmparator III. Leon’un ikonaları yasaklamasıyla, doruk noktasına ulaşır ve İkonaklazm (726-843) denilen dönem başlar. İkonaklastik dönemde Kapadokya’ya büyük bir göç yaşanmış, ikona taraftarı olan Hıristiyanlar bölgeye gelip kayalara oyulmuş manastırlarda gizlenerek ibadetlerine ve faaliyetlerine devam etmişlerdir. 1082 yılında Kayseri’nin Selçuklular tarafından fethedilmesini müteakip Kapadokya halkı huzurlu bir döneme girer. Selçuklu hakimiyetindeki Hıristiyanlar serbestçe ibadetlerini yaparlar ve kiliselerini inşa ederler. Ancak, 1308 yılında Moğol kökenli İlhanlılar Kayseri’yi ele geçirip, şehri yakıp yıkarlar. Bu durum çok sürmez ve Osmanlılar döneminde bölge artık rahat ve huzura kavuşur.
Avanos
Antik çağlardaki ismi Hallys olan Kızılırmak nehrinin her iki yakasında kurulmuş olan Avanos, Kapadokya’nın turizm merkezlerinden biridir. Nevşehir’in 18 km. doğusunda yer alan bu şirin ilçe, Hititler döneminde, kimi tarihçilere göre “Zu-Winasa, kimilerine göre ise “Nenassa” adını aldığı belirtilir. Yunan ve Roma dönemlerinde “Venessa” , Bizans döneminde ise “Vanote” diye adlandılıyor. Selçukluların önemli kumandanlarından Evranos Bey’in adını aldığı; bu ismin ise Osmanlı döneminde Avanos olarak değiştiği öne sürülmektedir. Tarihçi Strabon’un M.Ö. 58 ile M.S. 25 yılları arasında kaleme aldığı “Geografika” kitabında belirttiğine göre Venessa, Kayseri (Mazaka) ve Kemerhisar’dan (Tyana veya Eusebia: Niğde yakınlarında antik bir kenttir.) sonra gelen Kapadokya Krallığı içindeki üçüncü politik ve dini öneme sahip bir yerleşim yeridir. Aynı eserde buraya yerleşmiş olan, tanrı Zeus ve Uranos kültünün varlığından da söz edilmektedir. Avanos’un hemen yakınındaki 32 m. yüksekliğindeki Çeç tümülüsünün, Gordion, Nemrut Dağı ve Karakuş (Adıyaman) gibi bir kral mezarı olduğu düşünülmektedir. Ancak, kazı çalışması yapılamadığı için tümülüs hakkında çok fazla bir bilgiye sahip değiliz. Ayrıca, 1970′li yıllarda Kızılırmak’ın doğu yakasında bir lahit bulunmuş; ancak, daha önce hırsızlar lahdi açıp içindekilerini götürdükleri için mezarın kime ait olduğu bilinmemektedir. Kapadokya’daki hemen hemen bütün yerleşim bölgelerinde olduğu gibi Avanos ve çevresi de Roma zulmünden kaçıp bölgeye yerleşen Hıristiyanlarla önemini artırmaktadır. Kapadokya’nın en eski kiliselerinden olan Yamanlı Kilise birkaç yıl önce Avanos Belediyesinin aldığı bir kararla Vatikan’dan gelen temsilcilerin de bulunduğu bir törenle ibadete açılarak bölgeye gelen dini grupların hizmetine sunuldu. Avanos, çanak-çömlek yapımcılığı ile ün kazanmıştır. Bölgede, antik çağlardan beri var olan çanak-çömlek yapımcılığı Avanos halkına miras olarak kalmıştır. …Kör de bilir Avanos’un yolunu; Testi, bardak kırığından bellidir… diyen Abdullah Kılıç’ın da çok güzel ifade ettiği gibi, Avanoslular çanak-çömlek, seramik imalatıyla özdeşleşmişlerdir. Tahsilsizi, tahsillisi neredeyle herkes bu mesleği bilir. 200′den fazla çanak-çömlek atölyesi olduğu söylenmektedir. Ayrıca, halı dokumacılığının da en yaygın olduğu yer Avanos’tur.
Çavuşin
ÇavuşinGöreme’den Avanos’a giderken 3 km. sonra sağınızda, şirin mi şirin, küçücük bir köy görürsünüz. Uzaktan bakıldığında görmeye değecek birşey yokmuş gibi görünse de, köyün içine doğru girdiğinizde eski köydeki çoğunluğu yıkılmış evlerle karşılaşırsınız. Eski köyün, yakın zamanlara kadar kullanılmış olan ve yarısı kayadan oyma, yarısı kesme taşlarla yapılmış olan bir camisi vardır. Caminin solundan yıkılmış olan evlerin arasından yukarılara çıkıldığında, Avanos istikametinde çok güzel bir manzara vardır. Ayrıca, bölgenin en büyük kilisesi kabul edilen, ne yazık ki hiçbir koruma altında olmadığı için büyük ölçüde tahribata uğramış olan bir de kilise vardır. Çavuşin Kilisesi (Nicephoros Phocas) Göreme-Avanos yolu kenarında, Göreme’ye 2.5 km uzaklıktadır. Oldukça yüksek tek nefli, beşik tonozlu, üç apsisli olan kilisenin narteksi yıkılmıştır. 964/965 yıllarına tarihlenmektedir. Sahneleri: Tonozda Müjde, Ziyaret, Bakireliğin ispatı, Mısır’a kaçış, Yusuf’un ikinci rüyası, Havarilerin Tanrı yolunda görevlendirilmesi, Üç müneccimin tapınması, Masum çocukların katliamı, Elizabeth’in takip edilişi, Zekeriya’nın öldürülmesi; batı duvarında Yusuf ve Meryem deney sonrası, Beytüllahim’e yolculuk, Doğum, Son yemek, İhanet, İsa’nın cehenneme inişi, Vaftiz; kuzey duvarında İsa Platus önünde, İsa Golgota yolunda, İsa çarmıhta, İsa’nın ölümü; güney duvarında Kudüs’e giriş, Lazaruz’un diriltilmesi, Kör adamın iyileştirilmesi, İsa’nın çarmıhtan indirilmesi, Kadınlar boş mezar başında; apsis duvarında Başkalaşım resmedilmiştir.
Göreme
Nevşehir’e 10 km. uzaklıktaki Göreme kasabası Nevşehir-Ürgüp-Avanos üçgeni arasındaki etrafı vadilerle çevrili bölgede yer alır. “Korama, Matiana, Maccan ve Avcılar” Göreme’nin eski adlarıdır. Göreme ile ilgili 6. yüzyıla ait bir belgede ilk olarak “Korama” adına rastlanılmıştır. Bu belgede, Hieron adındaki bir azizin 3. yüzyıl sonlarında Korama’da doğduğu, Malatya’da 30 arkadaşı ile birlikte şehit olduğu ve elinin kesilerek annesine, Korama’ya getirildiğinden bahsedilmektedir. Aziz Hieron’un, Göreme Açık Hava Müzesi’ndeki Tokalı Kilise’de bir freski bulunmaktadır. Göreme ve çevresinin Roma döneminde Venessa (Avanos) halkı tarafından mezarlık olarak kullanıldığı düşünülmektedir. Göreme’nin merkezindeki büyük peribacasının içine oyulmuş olan iki sütunlu Roma mezarı ile çevrede bulunan çok sayıda mezar bu görüşü ortaya çıkarmıştır. Orta çağın başlarında, Hıristiyanlar için önemli bir dini merkez olan Göreme, 11 ve 13. yüzyılda bir başpiskoposluk merkezi durumundadır. Nitekim Göreme ve çevresinde çok sayıda dini yapılar mevcuttur. Ancak, bu yapıların yapılış tarihleri hakkında yeterli doküman bulunmamaktır. Bu itibarla tarihleme, yapının mimari özelliğine göre ve varsa fresklerine bakılarak yapılmaktadır. Göreme Açık Hava Müzesi M.S. 2. yüzyılın sonlarında Kapadokya’da önemli sayıda Hıristiyan toplumu bulunmakta idi. Bu devirde önemli piskoposluk merkezi olarak Malatya ve Kayseri görülmektedir. Bunlardan Kayseri (Ceaserea), asırlar boyunca Hıristiyanların merkezi olarak önemini korumuştur. 4. yüzyılda Kayseri başpiskoposu olan Aziz Büyük Basilius’un Hıristiyanlık doktrininin düzenlenmesi ve yeni bir şekil verilmesinde büyük payı vardır. Nitekim, bu görüşler bugün bile, bir takım Hıristiyan toplumları ve Gregorian kiliseli Aziz Büyük Basilius’un izinden gitmektedirler. Kıtlık zamanında, tek parça ekmeği olan bir Hıristiyana, “o ekmeği ikiye bölüp yarısını karnı aç birisine vermesini ve kendisini Allah’ın himayesine bırakmasını” öğütlemiştir. Büyük Basilius çok kapalı, halktan soyutlanmış şekildeki manastır hayatı yerine halka yakın, halkla iç içe bir hayatı tercih etmiş; bu zihniyet sonucunda ise kardeşi Nyssa’lı Gregorius ile Nazianos’lu Gregorius’un da büyük çabalarıyla Kapadokya’da, yerleşim merkezlerine çok uzak olmayan manastırlar, kilise ve şapeller kurdurmuş; buralarda din adamlarının nezaretinde günlük ibadetlerin yapılmasını sağlamıştır. Kapadokya’daki din adamları, Büyük Basil’in döneminde, Mısır ve Suriye’deki gibi halktan ayrı, imtiyazlı hala sokulmamışlardır. İnzivaya çekilen keşişlerin dışında, diğer din adamları cemaatle ibadeti tercih etmişlerdir. Bu tür bir dini eğitim sistemi Göreme’de başlamış ve Soğanlı, Ihlara, Açıksaray gibi Hıristiyanlık merkezlerinde sürdürülmüştür. Kapadokya kiliseleri, fresk adını verdiğimiz duvar resimleriyle ünlüdür. Bu resimler genelde iki aşamalıdır. Birincisinde resimler, doğrudan duvarın üzerine yapılmış ve kırmızı renkli aşı boyası kullanılmıştır. Bu tip resimler çeşitli bezeme, şekiller ve sembollerden oluşmaktadır. İkincisi ise, kaya duvarın üzerine alçı, kum, saman karışımı bir sıva yapılmış ve bu sıvanın üzerine, konuları İncil’den alınmış ve Hz. İsa’nın hayatını anlatan sahneler resmedilmiştir.
Gülşehir
Nevşehir’e 20 km. uzaklıkta, Kızılırmak’ın güney kenarında yer alan antik adı “Zoropassos” olan Gülşehir’in eski adı ise ‘Arapsun’dur. Kızılırmak’ın batı kenarında kurulmuş olan Gülşehir, Aksaray-Kayseri kervan yolu üzerinde bir durak idi. Gülşehir’li Damat İbrahim Paşa’nın Nevşehir’e yaptığı imarı, bir başka Osmanlı Sadrazamı Karavezir Mehmet Seyyid Paşa da Gülşehir’e yapmış 30 haneli Gülşehir’i bir külliye ile donatmıştır. 18. yüzyıla ait olan Külliye cami, medrese ve çeşmeden oluşmaktadır. İlçede Rumlar ve Türkler mübadele zamanına kadar birlikte yaşamışlardır. Nitekim, ilçenin içinde Rumlardan kalma 19. yüzyıla ait bir de kilise vardır. Nevşehir-Gülşehir yolu üzerinde, Gülşehir’e 3 km. uzaklıktaki Açık Saray Ören Yeri, Çat Kasabasına kadar uzanan vadinin içinde yer almaktadır. Tüf kayalar içine oyulmuş sayısız mekanları, Roma Dönemi kaya mezarları, 9. ve 10. yüzyıla tarihlenen kaya kiliseleri ile önemli bir piskoposluk merkeziydi. Bu ören yerinde bulunan mantar biçimindeki peribacalarının benzeri yoktur. Kiliseler, mimari açıdan birkaç döneme aittir. Ören yerine girişin hemen sağında yer alan, dikdörtgen planlı kilisenin tavanında kabartma bir haç vardır. Giriş kapısının üstünde bulunan pencerenin her iki yanında boğa kabartmaları bulunmaktadır. Kiliselerde çok fazla resim yoktur; zamanla sıvaların düşmeleri nedeniyle resimler kaybolmuşlardır. Bunun yanında, halk arasında “Saray” diye isimlendirilen yapının büyük salonunda kırmızı aşı boyası ile yapılmış bir boğa resmi vardır. Zamanında çok büyük bir kaya bloku olduğu anlaşılan “Saray” bölümünde, ayrıca iki kilise daha vardır ki bunlardan birisi dört kalın sütuna sahiptir. Gülşehir’in hemen girişinde yer alan ve iki katlı olan Aziz Jean Kilisesi’nin alt katında kilise, şarap mahzeni, mezarlar, su kanalı ve görevlilere ait mekanlar, üst katında ise İncil’den alınmış sahnelerle süslenmiş bir diğer kilise yer almaktadır. Alt kata ait kilise, tek apsisli, haç planlı, haç kolları, beşik tonozludur. Merkezi kubbesi çökmüştür. Süsleme açısından direk ana kaya üzerine kırmızı aşı boyası ile stilize hayvan, geometrik ve haç tasvirleri resmedilmiştir. Üst kattaki kilise ise tek apsisli ve beşik tonozludur. Ana apsisteki resimlerin dışında oldukça iyi korunmuş olan kilise siyah bir is tabakası ile kaplıydı. Kilise restorasyonu ve konservasyonu 1995 yılında Restoratör Rıdvan İşler tarafından yapıldıktan sonra bugünkü haline gelmiştir. İsa ve İncil konularını içeren kilisede sahneler bantlar içinde frizler halindedir. Siyah zemin üzerine sarı ve kahverengi renkler kullanılmıştır. Niş tonozlarında ve cephelerinde bitkisel ve geometrik motifler tercih edilmiştir. Batı ve güney duvarında Kapadokya Bölgesi’nde oldukça nadir olarak resmedilen son yargı sahnesi yer alır. Kilise, apsisinde yer alan yazıtına göre 1212 yılına tarihlenmektedir. Sahneleri: Apsiste Deesis, ön cephesinde kuş tasvirleri altında Müjde, tonozunda madalyonlar içinde aziz tasvirleri; tonozun güney kanadında Son yemek, İhanet, Vaftiz, Meryem’in ölümü, İsa’nın çarmıhtan indirilmesi, Kadınlar boş mezar başında, İsa’nın cehenneme inişi ve Son yargı.
HACIBEKTAŞ
Nevşehir’e 46 km. uzaklıkta olan Hacıbektaş, Kırşehir yolu üzerindedir. Nevşehir’in ilçelerinden Hacıbektaş’ın eski ismi Sulucakarahöyük’tür. Kapadokya’daki din turizminin bir başka türünü, bu defa Hıristiyanlığı değil, Müslümanlığı ilgilendiren yönü vardır bu küçük ilçenin. Adından da anlaşılacağı üzere, Hacı Bektaş Veli’nin dergahının bulunduğu yer olması nedeniyle, Sulucakarahöyük olan adı Hacıbektaş’a çevrilmiştir. Yüksek bir platoda bulunan Hacıbektaş yakınlarında, güneybatısındaki Hırka Dağının eteklerinden, onyx çıkarılmaktadır. Genellikle beyaz rengi çıkan onyx, Hacıbektaş’taki eskilere dayanan bir sektör oluşturmuştur. Her yıl 16-18 Ağustos tarihlerinde düzenlenen Hacıbektaş Alevi şenliklerinde, bu taştan çeşitli hediyelik eşyalar yapılarak satılmaktadır. Bu şenlikler oldukça ilgi görmekte ülkenin her yerinden gelen Aleviler, çeşitli sanatsal etkinliklere katılmaktadır. Hacı Bektaş Veli’nin dergahının bulunduğu mekan Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemindeki eklerle bugünkü halini almış ve Cumhuriyet döneminde Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla müze haline getirilmiştir. İçinde Hacı Bektaş-ı Veli ve Balım Sultan Türbeleri’nin bulunduğu külliyede; cami, çamaşırhane, hamam, aş evi, konuk evi ve çeşmeler yer alır. Müze olarak ziyarete açılan külliye birbiri ardına sıralanan üç avludan ibarettir: Avlu (Nadar Avlusu): Büyük, kemerli bir kapı ile avluya girilir. Hemen sağda 1902 yılında inşa edilmiş ‘Üçler Çeşmesi” yer alır. Aynı avlu içinde çamaşırhane ve hamam da bulunmaktadır. Avlu (Dergah Avlusu): Buraya ‘Üçler Kapısı ‘olarak adlandırılan bir kapı vasıtasıyla girilir. Kapının hemen sağındaki Çeşme 1554 tarihinde yaptırılmıştır, 1875 yılında Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kızı tarafından Mısır’dan gönderilen aslan heykelinin yerleştirilmesinden sonra ‘Aslanlı Çeşme’ adını almıştır. Bu avluda Osmanlı Sultanı II. Mahmut zamanında, 1834 yılında yaptırılan bir Cami, dergaha gelen misafir ve yolcuların karşılandığı Konuk Evi ve Aş Evi yer alır. Meydan Evi’nin bitişiğindeki Kiler Evi’nin alt katında dergahın kıymetli eşyaları ve yiyecekleri depo edilmiştir. Avlu (Hazret Avlusu): Altılar kapısından girilir. Girişte hasbahçe, sağ tarafta derviş ve baba mezarları bulunur. Karşı tarafta Selçuklu mimarisi özell iklerini arz eden ve Orhan Gazi zamanında yaptırılan Hacı Bektaş Veli Türbesi yer almaktadır. Türbeye Selçuklu motiflerinden oluşan mermer bir kapıdan girilmektedir. Hacı Bektaş’ın inzivaya çekildiği Çilehane ve Kırklar Meydanı bu bölümdedir. Hacı Bektaş’ın yeşil sandukalı türbesi, çeşitli şamdanlarla donatılmış, kalem işi süslemeler ve yazı motifleriyle süslenmiştir. Kırklar Meydanı’nın doğusunda Horasan Erleri’nin mezarları, batı tarafta çelebilere ait olduğu söylenen mezarlar ile Güvenç Abdal’ın Türbesi bulunmaktadır. Hazret Avlusu’nun sağında 1519 yılında yaptırılan Hacı Bektaş’tan sonra gelen Balım Sultan Türbesi yer alır.
Ihlara
Aksaray’a 40 km., Nevşehir’e ise 100 km. uzaklıkta olan Ihlara (Peristrema) Vadisi, Aksaray ili sınırları içerisinde kalır. Hemen yakınında bulunan ve eski bir volkan olan Hasandağı’ndan çıkan bazalt ve andezit yoğunluklu lavların soğumasıyla ortaya çıkan çatlaklar ve çökmeler sonucunda, yine Hasan ve yanındaki Melendiz Dağlarından çıkan Melendiz çayının bu çatlaklarda kendine bir yatak oluşturarak derinleştirmesi neticesinde ortaya çıkmış bir kanyondur. Melendiz çayına ilk çağlarda “Kapadokya ırmağı” anlamına gelen “Potamus Kapadokus” denilmekteydi. 14 km. uzunluğunda olan kanyon Ihlara köyünden başlar ve Selime köyünde son bulur. Tabiatın yer yer 150 metreye varan derinlikte açtığı bu kanyonun dik yamaçları, yine Hıristiyanlar tarafından oyularak çok sayıda kiliseler ve tünellerle birbirlerine bağlanan yerleşim yerleri yapmışlardır.
İzole edilmiş konumu nedeniyle, Hıristiyan din adamları için mistik bir dini merkez ve tehlikeli zamanlarda bir gizlenme yeri olarak kullanılmıştır. Ihlara kiliseleri, 6. yüzyıldan başlayarak resmedilmeye başlanmış; bu 13. yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür. Freskler, Göreme bölgesindeki kiliselerin fresklerinden karakter açısından farklılık arz eder. Ihlara köyüne yakın olan kiliselerdeki freskler doğu etkisi taşırken, Belisırma köyü civarındaki kiliselerin freskleri Bizans dönemi resim sanat anlayışına uygun yapılmıştır. Belisırma köyündeki Kırkdamaltı Kilisesindeki Selçuklu Sultanı II. Mesut (1282-1305) ve Bizans İmparatoru II. Andronikos’un adlarını içeren 13. yüzyıla ait fresk üzerine yazılmış kitabe bulunmaktadır. Yaz sezonunda, genellikle, bir doğa ve yürüyüş tur alanı olarak değerlendirilen Ihlara Vadisinde Ağaçaltı, Pürenliseki, Sümbüllü, Yılanlı, Kokar kiliseler vardır.
Mustafapaşa
Ürgüp’ün 7 km. güneyinde kurulmuş, eski adı “Sinasos” olan Mustafapaşa, Kapadokya’nın çoğu yerleşim merkezinde olduğu gibi, 20. yüzyılın başlarına kadar Rumların oturduğu bir kasabadır. 1924′lerde başlayan mübadele ile Rumların çoğunluğu Sinasos’u (halkın çoğunluğu, özellikle yaşlılar hala eski ismini kullanırlar.) terketmiş; yerlerine özellikle Yunanistan’dan göç eden Türkler gelmişlerdir. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarına tarihlenen Rumlardan kalma çok sayıda, taş işçiliğinin ve süsleme sanatının zengin örneklerini içeren evler bulunmaktadır. Son zamanlarda, bir televizyon kanalında yapılan dizi film ile gündeme oturan “Asmalı Konak”, yani “Old Greek House” da bunlardan biridir. Ne yazık ki, bugün dahi insanın sahip olmak için can atacağı güzelliğe ve işçiliğe sahip evlerin, büyük bir kısmı, kısmen de olsa yıkılmıştır. Neyse ki, turizmin gelişmesinin bir sonucu olarak, yatırımcılar bu tür eski evleri restore ettirerek, yeniden canlandırmakta ve turizmin hizmetine açmaktadırlar. Mustafapaşa’nın batısında yer alan Gomeda Vadisi, jeomorfolojik açıdan Ihlara Vadisi’ne benzemektedir. Vadinin içinden küçük bir dere geçmekte ve yamaçlarında kiliseler, manastırlar, güvercinlikler bulunmaktadır.
Mustafapaşa’nın merkezinde bulunan Konstantin-Helena Kilisesi yakın çağa ait, Rumların 19. yüzyılda kesme taştan yapmış oldukları bir kilisedir. Bunun yanında, Aios Vasilios Kilisesi, Gomeda Vadisinde Alakara Kilisesi ile Aziz Basil Şapeli kaya kiliselerine bir örnektir.
Sinasos’ta, Osmanlı döneminde inşa edilmiş olan, taş ve ağaç işçiliğinin güzel örneklerini görebileceğimiz bir de kervansaray vardır.
Uçhisar
Nevşehir’e 7 km. uzaklıkta bulunan Uçhisar kasabası, merkezdeki bölgenin en yüksek kaya kütlesinin içine ve çevresine oyulmuş olan kilise, manastır ve sayısız kaya evleriyle ünlüdür. “Kale” adı verilen bu kaya kütlesinin üstüne çıkıldığında, Avanos’a kadar olan bütün vadi ayaklarınızın altındadır. Akvadi, Güvercinlik vadisi, Aktepe, Kızılçukur, Üzengi deresi gibi vadiler kuş bakışı izlenir. Kale içerisinde bulunan çok sayıdaki odalar merdiven, tünel ve koridorlar ile birbirlerine bağlanmıştır. Kimi oda girişlerinde, yeraltı şehirlerinde olduğu gibi güvenlik kapısı olarak kullanılan sürgü taşları mevcuttur. Bugün, erozyonun ve zamanın yıpratmasına bağlı olarak, birçok bölümünün göçmesi sonucu bu devasa kaya kütlesi incelmiş; dolayısıyla bir zamanlar görülemeyen, izole durumda olan oyulmuş mekanlar, ortaya çıkmıştır. Bu tahribat kaleye ayrı bir güzellik vermektedir.
Ürgüp
Nevşehir’in 20 km. doğusunda olan Ürgüp ilçesi, Kapadokya’nın en önemli turizm merkezlerindendir. Çok sayıda isme sahip olan Ürgüp, Osiana, Hagios Prokopios, Başhisar, Burgut Kalesi gibi isimlerle anılmış, Cumhuriyetin ilk yıllarında bugünkü adını almıştır.
Ürgüp ve çevresindeki bilinen ilk yerleşim, antik adı Tomissos olan Damsa Çayı’nın doğusundaki Avla Dağı etekleridir. Roma dönemine ait kaya mezarları da önemli bir yer tutmaktadır. Bizans döneminde de önemli bir dini merkez olan Ürgüp, çevresinde bulunan yerleşim yerlerindeki ve vadilerdeki kilise ve manastırların piskoposluk merkezi durumundaydı.
2002 yılında, Ürgüp’ün Şahinefendi kasabasında yeni bir yerleşim merkezi bulunmuş ve kazı çalışmalarına başlanmıştır. Arkeolog Halis Yenipınar ve Murat Gülyaz denetiminde yapılan kazılarda, bir hamam ve tabanında mozaikler olan, rezidans/kilise ortaya çıkarılmıştır. Bu yapının içinde bulunan mezarlardan mumyalanmış ceset bulunmuştur. (Henüz yeni bir kazı çalışması olduğu için çok fazla bilgi elde edilememiştir. Bu itibarla, ben de bu kadar bilgiyle yetinmek istiyorum.)
11. yüzyılda Ürgüp, Selçukluların önemli kentleri olan Konya ve Niğde’ye giden yolların üzerinde önemli bir kale konumundadır. Bu döneme ait iki yapı kentin merkezindeki Altıkapılı ve Temenni Tepesi Türbeleridir. Bir anne ve kızına ait olan Altıkapılı Türbesi, adından da anlaşılacağı üzere, altı cepheli, her cephesinde kemerli pencere olup üstü açıktır. Temenni Tepesi’nde de, kime ait olduğu bilinmeyen iki türbe mevcuttur.
Ürgüp, Osmanlı döneminde de önemli bir kenttir. Şemsettin Sami 1888-1900 yıllarında yazdığı Kamus-ül Alam adlı kitabında Ürgüp’te 70 cami, 5 kilise ve 11 kütüphane olduğunu belirtir. Ancak, 1515 yılında Osmanlı topraklarına katılan Ürgüp, 18 yüzyılda Sadrazam Nevşehir’li Damat İbrahim Paşa’nın kadılık makamını Muşkara’ya (Nevşehir) taşıması sonucu eski önemini yitirir. Buna tepki gösteren Ürgüp halkının gönlünü almak isteyen Sadrazam, Ürgüp’ün içine künklerle (çamurdan pişirilerek yapılmış boru) su hattı döşetir.
Yeraltı Şehirleri 

Kaymaklı
Nevşehir’e 20 km. uzaklıkta, Nevşehir-Niğde yolu üzerinde bulunan ve eski adı Enegüp olan Kaymaklı kasabasındaki yeraltı şehri 1964 yılında ziyarete açılmıştır. Yöre halkı, evlerini yeraltı şehrinin etrafına yapmış ve yeraltı şehrinin yüzeye yakın bazı mekanlarını depo, kiler, ahır olarak kullanmaktadır. Sadece 4 katı gezilebilecek durumda olan Kaymaklı yeraltı şehrinin tünelleri dar, alçak ve eğimlidir. Birden çok havalandırma bacası olan şehirde, bugün sadece bir baca görülebilmektedir.
Yeraltı şehrinin bugünkü girişindeki ahır bulunmaktadır. Ahırdan sonra dar bir tünelden alt kata inilirken yan taraflarda oturma odaları bulunur. İkinci kata inildiğinde birçok tünel, iniş tünelinin tam karşısında bir mezarlık ve yanında küçük, tek nefli, iki apsisli, ortasında bir altarın bulunduğu bir kilise vardır. Kilisenin içindeki tünelden geçildiğinde erzak depolarının olduğu bir bölüme oradan da biraz daha aşağıdaki, içinde bir şaraphanenin, yine erzak depolarının ve bu bölüme inen başka bir tüneli kapatan değirmen taşı şeklindeki kapının olduğu kata inilir. Daha da aşağıya inildiğinde, uzun bir koridorun içinde, küçük bir pencereyle tünele bağlantısı bulunan havalandırma bacası görülür. Dördüncü kattaki şaraphane ve erzak depolarından sonra yukarı doğru çıkan tünelin sağ ve solunda sıra sıra oturma odaları vardır. Bu tüneli çıktıktan sonra mutfağa geçilir. Mutfak iki kat halinde yapılmıştır. Ocağın karşısındaki merdivenlerle altta bulunan ikinci kata inilir. Dört tünelin açıldığı mutfaktan sonra ise farklı tünellerden geçilerek yeniden giriş bölümüne varılır. Erzak depolarının çok fazla olması bu yeraltı şehrinin nüfusunun kalabalık olduğu fikrini güçlendirmektedir.
Derinkuyu
Nevşehir’e 30, Kaymaklı’ya ise 10 km. uzaklığında olan Derinkuyu’nun yeraltı şehri Kaymaklı yeraltı şehrine göre plan olarak farklılık göstermektedir. Kaymaklı yeraltı şehri bir tepenin altına yapılmışken, Derinkuyu daha düz bir alana oyulmuştur. Daha derin olarak oyulan bu yeraltı şehrinin derinliği 55 m. dir. Ancak, 7. katındaki su kuyusunun derinliğini de hesaba kattığımızda, bu rakam 85′e çıkmaktadır. Toplam sekiz kat olan yeraltı şehrinin beşte birinin gezilebildiği söylenmektedir. Bir yeraltı şehrinde bulunması gereken tüm özellikleri taşımaktadır. Ayrıca, bir misyonerler okulu bulunmaktadır. Misyonerler okulunun birinci katta bulunması, bu okulun normal zamanlarda da kullanıldığı görüşünü getirmektedir. 1965 yılında hizmete açılmış olan yeraltı şehrinin 5. katından sonra, tek bir tünelle 7. ve 8. kata kadar inilmektedir. Bir kilise ile başka odalara ulaşan tünelleri içeren bu katta ayrıca bir 30 m. derinliğinde bir su kuyusu vardır. Sekizinci kat küçücük bir oda olup havalandırma bacasına açılan bir de pencere vardır. Bu pencere, havalandırma bacasının dibine çok yakındır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder