ÇATIŞMA
Çürümeden çok önce, galiba
kokuşmadan da evvel, ölümle dirim arasında geçen kavganın sonundaki boşlukta;
birtakım ecza şişelerinin küçüklü büyüklü, sıra sıra dizildikleri, ağızlarını
açıp bekleştikleri zamanı; ötekisi ile; sıcacık bir oda ve bir sepet içinde
kokmaya, bir kurt yüzünden bozulmaya, delirmeye, canlanmaya hazırlandıkları
zaman parçası ile karıştırıyorum. Burnuma yıldızlardan, çamurdan, tohumdan,
yosundan, denizden, albümin ve asit parçalarından güzel diyebileceğim bir koku;
taze balıkların taze kokusu daha meme emmemiş, yıkanmamış çocuk kokusu, süt
kokusu, bir genç saç kokusu geliyor.
Bu ölüm ve doğum rüyası içinde
şafak atıyor. Kalkıyorum. Kollarıma uykusuzluğumun hırkasını geçiriyorum. Dar
geliyor. Şafak söküyor, aynadaki yüzüme saldırıyorum, bakıyorum.
Birdenbire viyaklayarak bir
çocuk doğuyor. Birdenbire; saniyelerle seneler birbirine karışmış bir halde
büyüyor. On beş, on altı yaşlarında güzel bir erkek çocuk oluyor. Elleri
fildişinden... Avuçlarını açıyor; dört nasırı var.
''Kürek çekmeden oldu'' diyor, ''küreği
bırakırsam bir ay içinde nasır namına bir şey kalmaz.''
Fildişinden uzun parmaklı
ellerini çeviriyor. Kıpkırmızı, tütüyorlar. ''Kartopu mu oynadın?''
diyorum.
Dişlerindeki aydınlığı
gözlerinin ve kaşlarının karası kesiyor. Alnının sakin mermerinin soğuk, buz
gibi, yapışan buz gibiliğinden kabarmış dudağının çatlamış kırmızısını elime
sürüyor.
''Babacığım'' diyor, ''beni affet!''
Kadın siyahlar giymiş, beyaz
yüzünün etleri durmuş, çizgileri durmuş, onun da alnının beyaz mermeri çizgi
çizgi durmuş bir zaman parçası her yerinde, elbisesinde bile durmuş. Balık
pulundan gözleri var. Avucunun derisi kedi dilinden. Nefes alışında tüy
sıcaklığı ile kar soğukluğu, uzun uzun bacaklarındaki büyük ve çıplak ayaklarda
çatlak çatlak sarı ve ölü bir ikinci, bir üçüncü deri; oğlan çocuğunun yanında
durmuş...
Çocuk, ''Baba, affet! Ölmüş
anama acı!''
Çocuk da, babası da, bir kenarda
gözlerini açmış onlara bakan bir başka adam da ölmüş ananın, çocuğun yanındaki
yerine telaşsız bakıyorlar. Görüyorlar bu üç kişi de o garip, fosfordan,
böcekten, kardan ve kıştan, balık pulundan, mermerden ve buzdan, sıcaktan ve
soğuktan kadını.
Ama baba adam bir silkinişte bu yalancı
yokluğu, var gibi bir şiddetle kafasından iter itmez kadın yoktu ki kaybolsun.
Ama çocuk, affedilmek için
yanında yarattığı ve babasına, babasının yanındaki şahide tutup gösterdiği
kadının -kendi kendisi de görüp de inanmadığı kadının- bir hamlede üstünden
atlayıveriyor. Çocukla babası arasındaki şahit daha fazla duramıyor. Kadının
arkasına düşüyor, aşktan kudurmuş gibi bir gülüşle gidiyor. Kalıyorlar baba
oğul yalnız...
Baba şimdi birtakım ecza
şişelerinin küçüklü büyüklü sıra sıra yanı başına dizildikleri ve ağızlarını
açıp bekleştikleri zamanla, ötekisini; bir kurt yüzünden bozulmaya başlayan
zaman parçasını birbirine karıştırıp hatırlıyor. Çocuğun burnuna yıldızlardan,
çamurdan, tohumdan, albümin ve asit parçalarından bir taze ve belirsiz balık
kokusuna, çok uzaklardan alınmış bir deniz kokusuna benzeyen bir koku geliyor.
Bu sefer yeşile çalan bir yüz, sarı eller, kırmızı tüylerle bir şeytan gibi
dünyanın üstüne güneş kapanıyor.
''Baba! Baba!'' diye sesleniyor çocuk.
Ses almayınca çekiliyor bir
kayanın arkasına. Baba ancak bir çalılığa yüzükoyun uzanabilecek vakit buluyor.
Sessiz, mavi, durgun bir gecenin
ortasında bir silah patlıyor. Sabaha kadar çalılıklardan ve kayalardan silah
sesleri geliyor...
Ben evlenmedim. Tabii çocuğum da olmadı. Ama varsa... Olabilir a. Benim
kurdum bir ölmeyecek yerde saklanıp beklemiş ve bir beyaz kadının içinde
büyümüştür. O kadını hayal meyal görüyorum. Ben o zamanlar İstanbul Lisesi'nde
talebe idim. Gülhane Parkı'nda tanışmıştık. Zor başlamıştı sevgimiz. Ama sonra,
onun tarafından gelen, gitgide büyüyen ve benim sevgimi miniminicik eden bir
aşkla bitmişti.
Orada, Kuruçeşme'deki koruda,
ağaçların altına yatardım.
Ben bir hayalet kadar zayıf,
beyaz mavi gözlü, on altı yaşında lacivert elbiseli, çarliston pantolonlu,
papyon kravatlı, şık fesli, nahif bir mektepli efendi idim.
O yeşil gözlüydü. Çocuğumun
yanında göründüğü gibi koyu siyah gözlü değildi. Siyahlar da giymezdi.
Yanakları kırmızı kırmızıydı. Sarı, kırmızı saçları vardı.
Bir perşembe akşamı mektepten
çıkmış eve dönüyordum. Bizden iki sınıf daha büyük bir sınıftan bir çocuk
yanıma yaklaştı.
- Bana bak, dedi bana, seni bir
daha .......la görmeyeyim.
(Ah, o kızın adı neydi? Neydi
yarabbi? Tuu Allah kahretsin! Nasıl hatırlamam. Nasıl olur, nasıl olur?)
Güldüm. Öteki çocuğun yüzü
sapsarı oldu. Deli gibi etrafına bakındı. Kavga çıkaracak sandım.
Görünürde kimseler yoktu.
- Sana yalvarırım, diye diz çöktü çamurun
içine. Sen onu almazsın. Ben evleneceğim. Sen olmasan bu iş çoktan olacaktı.
Ben okumayacağım. Bizim dükkânımız var; orada çalışacağım. Hemen evleneceğiz.
Yapma, n'olur? Bak biliyorum yarın randevunuz var. Koruya gideceksiniz. Gitmeyiver.
Ne olur? Ne kaybedersin? Sen zevkini sürdün. Bırak. Sen başkasını da bulursun
ama gidersen bak... Dedi kaldı. ''Karışmam'' diye tehdit edemedi.
Gözleri yaş içinde idi.
- Peki anam dedim, peki. Vallahi
gitmeyeceğim.
Sözümü tuttum. Gitmedim. Belki
de tehdit edemediği için korkmuştum. Hatırlamıyorum. O zamanlar şimdiki gibi
güzel insan yüzüne bile candan bakmaya korkanlardan değildim.
Otuz sene geçti aradan. Ama ben
hep, değil değil çok az, on senede bir
kere sabah uykusundan böyle uyanır, karımı, çocuğumu (hep on altı yaşında
görürüm oğlumu) görürüm. Karım ölmüştür. Çocuğumla silah silaha geliriz. Neden
o benden af diler? Bilmem. Sonra neden bir kayanın arkasına çekilir ve ateş
eder? Bilmem. Ama böyle sabahlarımda kırlara çıkar, bir kadın ve bir çocukla
akşamlara dek uğraşır dururum.
Deniz, Ada'nın kıyılarını yer
durur. Uzaktan motor sesleri duyarım. Bir kır kahvesinin sandalyesinde yüzüm
sapsarı, her gören, ''Sana ne oldu böyle yahu?'' diye sorunca çileden
çıkarak, kimseye görünmemeye çalışarak dolaşırım. Sonra otuz yaşlarında elli
yaşında gözüken Evkaf'ta tahsildarlık eden bir adamcağız görür gibi olurum.
Türbede tramvay bekliyor ve sabırsızlanıyordur. Kim görmüştü geçenlerde onu,
unuttum. Sana benzeyen bir adam gördük. Elinde yırtık bir evrak çantası vardı.
Senin gibi bitkin, yorgundu. Suratından düşen bir parça oluyordu. Hatta bir
aralık nereye böyle diyecek olduk. Baktık ki suratın bozuk, vazgeçtik.
Yanımızdan geçerken ''Müsaade buyurun'' deyince adama dikkatli baktık...
Sen değilsin. Ama yine de sana benziyordu.
- Ne tramvayında gördünüz,
dedim.
- Edirnekapı tramvayında,
dediler.
Boş bulundum:
- Odur muhakkak, dedim.
Kimdir diye sordular ama
söylemedim; sanki o olduğuna eminmişim gibi.
- Hiç canım, dedim, ben de
gördüm de o adamı. Evkaf'ta tahsildarmış. Az daha ben bile, ''Ne arıyorsun
buralarda'' diyecektim, ''Mehmet, oğlum?''
Sait Faik Abasıyanık, Kervansaray, (2), 8 Mart 1952.
Çatışma Hikayesinin Tahlili
Çatışma, Sait Faik’in
otobiyografik bir hikayesidir diyebiliriz. Yazarın hayat hikayesini
okumadan Çatışma’yı anlamlandırmak mümkün değildir. Hikayede anlatılanların yazarın kişiliğinin
oluşmasında önemli rol oynayan gelişmeler olduğuna tanıklık ediyoruz. Sanatçının yaşamına ve sanatçı
kimliğine bir göz atalım:
“Sait
Faik,1906 yılında Adapazarı’nda dünyaya
gelmiştir. Asıl adı Mehmet Sait’tir. Kendisi, Mehmet adının yerine babasının
adı Faik’i alarak Sait Faik yazarlık adını tercih etmiştir. Ailesinin memleketi olan ve babasının memuriyeti nedeniyle
bulunduğu Adapazarı’nda yabancı dille eğitim veren bir kolejde eğitime
başlamıştır. Bu yıllarda anne ve babası
geçimsizlik nedeniyle üç buçuk yıl ayrı kalmışlar, bu zaman zarfında babasıyla birlikte yaşamıştır. Lise eğitimi alması için ailesi İstanbul’a taşınmış; Sait Faik, İstanbul Erkek Lisesine kaydolmuş, Arapça hocasının sandalyesine iğne koydukları
gerekçesiyle kırk bir arkadaşıyla birlikte okuldan uzaklaştırılmış ve lise
tahsilini Bursa’da tamamlamıştır. İlk hikayesi olan İpekli Mendil’i edebiyat ödevi olarak Bursa Lisesinde yazmıştır.
Hakkı Süha Gezgin, Bursa Lisesi'ndeki Sait Faik'i "sınıfta sakin
ve dalgın, bahçede yalnız" olarak anlatmıştır. Lise eğitimindeki
aksaklıklar ve kişisel isteksizliği yüzünden parlak bir eğitim hayatı
olmamıştır.
1928 yılında liseyi bitirip İstanbul'a dönmüş, İstanbul'da yazı çalışmalarına devam etmiştir. Yazdığı
hikâyeleri ve şiirleri çeşitli dergilere
ve gazetelere gönderdiği bu yılın sonunda girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne iki sene devam ettikten
sonra Uygurca öğrenmek istemediği için ayrılmıştır. Babası okuması için onu yurt
dışına göndermiştir. İsviçre ve Fransa’da bulunmuş, yaklaşık üç yıl kaldığı Fransa’dan eğitimini
tamamlayamadan İstanbul’a dönmüştür. Yazarlık ve gazetecilik yapmış, yazdığı hikayeler yüzünden yargılanmış, bazı hikaye kitapları yasal olmadığı gerekçesiyle toplatılmıştır.
Hiç evlenmemiştir. 1953 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Mark Twain Derneği, çağdaş edebiyata yaptığı
katkılardan ötürü yazara onur üyeliği verilmiştir. Sait Faik'ten önce Türkiye'den Mustafa Kemal Atatürk'e verilen bu ödülü almasına kimileri karşı çıksa da
yazar bu ödülü aldığına sevinmiştir. Hiçbir edebi
akıma bağlı kalmamış, kendi tarzını oluşturan bir yazar olarak kabul
edilmiştir. Yazdıkları, sıradan
insanların yaşamlarına dair gözlemler ve bireyin iç dünyasını açığa çıkaran
çözümlemelerdir.
Şairlik yanından dolayı en
sıradan bir durumu anlatırken dahi şiirsel bir üslup kullanmıştır. Türk
edebiyatında Çehov tarzı denilen durum hikayeciliğinin kurucusu kabul
edilmiştir. Semaver, Sarnıç ve Şahmerdan ilk döneminin; özgür hikayecilik anlayışıyla, argolu,
küfürlü ve devrik cümleli savruk bir Türkçenin kullanıldığı Lüzumsuz Adam ve
Son Kuşlar hikayeleri orta döneminin; Alemdağ’da Var Bir Yılan ise sürrealist
sayılan son döneminin belli başlı eserlerindendir. Hikaye tadında röportajlar yazmış, şiir,
roman, film senaryosuyla ilgilenmiş ve çeviriler yapmıştır. Kış aylarını
Nişantaşı’ndaki ailesine ait apartman dairesinde, yaz aylarını da Burgazada’daki köşklerinde geçirmiştir. Düzenli bir eğitin alamamış, Türkçe
öğretmeni olarak çalıştığı okulda tutunamamış,
babasının desteğiyle giriştiği
tüccarlık işinde iflas etmiş, çok kazanamadığı yazarlık dışında gelir getiren
bir işi olmamasına rağmen ailesinden kalan mirasla rahat bir yaşam sürmüştür.
Avare ve sıradan bir yaşamı tercih etmiş
ve siroz hastalığına yakalanarak
1954 yılında vefat etmiştir.
Sait Faik, eserleri ile kişiliği
arasında yakın ilişki bulunan sanatçılardan biri olmuştur. Yazar, hayatı
boyunca çevresine uyum sağlayamamış ve bu uyuşmazlık onun her şeyden şikâyet
etmesine sebep olmuştur. Hikâyelerindeki
karakterlerde olumsuz yön aramaması ve onları iyi yanları ile göstermesinin
sebebinin, yazarın ideale ulaşma arzusu olduğu söylenmiştir. Annesi, Makbule Hanım onun için
"Şatafattan (gösterişten) nefret
ederdi. Dolabında her şey bulunduğu ve ailevi durumumuz iyi olduğu halde
ekseriya başına bir kasket ayağına bir pantolon geçirerek balıkçı
arkadaşlarıyla gününü gün ederdi." demiştir.” (1)
Yaşamından ve sanatçı kimliğinden yararlanarak Çatışma’ya bir göz atalım:
Hikaye
türü: Bireyin iç dünyasını konu alan
modern öykü.
Olay-durum:
Hikayede belirgin bir olay yoktur. Rüya
ve gerçeklik üzerine kurulmuş bir çatışma ve bu çatışmanın insan ruhunda ortaya
çıkardığı ruhsal bir durum vardır. Rüyasındaki olumsuzlukları bir olay olarak
algılamak zor. Çünkü bu olumsuzluklar koşullanmanın ortaya çıkardığı
halüsinasyonlardır.
Yazarın
yaşadıklarından yararlanarak yazdığı bu hikayede geçmişiyle hesaplaştığını
görüyoruz. Rüyasında gördüğü kişiler, onun öneki haliyle şimdiki halini
sorgulamak için kurgulanmıştır.Yazarın ailesinin yaptığı onca fedakarlığa
rağmen beklentilere karşılık
verememesinin ruh dünyasında açtığı yaralardan bahsedebiliriz.Yazar, kalemini
çok iyi kullanan Sait Faik olarak tarih sahnesindeki yerini almış olabilir ama
onu takip eden ve sürekli sorgulayan bir Mehmet Faik var ki peşini hiç
bırakmıyor.
Bakış
açısı: Kahraman anlatıcı bakış açısı. “Sözümü tuttum. Gitmedim. Belki de tehdit edemediği
için korkmuştum.” cümlelerinde olduğu gibi birinci tekil şahıs ağzından
konuşan kahraman anlatıcı söz konusudur.
Hikayede anlatılan her şey, kahraman anlatıcının bildikleri ve anlatmak
istedikleriyle sınırlıdır.
Yer:
Hikayenin başında somut bir mekan yoktur. Rüyada görülen çalılık ve kayalık bir yerden bahsediliyor.
Hikayenin ikinci bölümünde İstanbul Erkek Lisesi, Kuruçeşme, Gülhane parkı,
ada, deniz, tramvay durağı ve kır kahvesi
gibi yazarın günlük yaşamına dair olası yerler geçmektedir.
Zaman:
İlk bölüm rüya halinde yaşanan bir zaman
dilimidir ve bu zaman mazide yaşananların rüya alemindeki
yansımasıdır. Vakit bir gece yarısıdır.
İkinci bölüm ise yazarın “Ben evlenmedim. Tabii
çocuğum da olmadı.”
dediği cümlelerle başlayan bölümdür. Neden bu rüyaları
gördüğünü anladığımız bu bölümde yaşanılan an vardır. O halde hikayede rüya alemine ve gerçek
dünyaya ait iki farklı zaman dilimi kullanılmıştır. Rüya zamanı ile gerçek zamanın iç içe geçtiği görülmektedir. Yazarın ikinci
bölümde geçmişe ait hatıralarını anlattığı bölümlerde ise geriye dönüşlü zaman
kullanılmıştır. Buna sevgilisi ile olan karşılaşmasını anlattığı okul yıllarını
örnek gösterebiliriz.
Kahramanlar:
Anlatıcı olarak yazarın kendisi.
Hikayede
adından bahsedilen ve rüyalarına giren diğer kişiler:
Çocuk: Hikayeyi düz mantıkla
değerlendirdiğimiz zaman on beş on altı yaşlarında olan bu çocuğun,
hiç evlenmemiş olan yazarın rüyasına giren hayalinde yaşattığı olası
çocuğu olduğunu düşünebiliriz. Bu yaş,
özellikle seçilmiş olabilir; çünkü kendisi de bu yaşlarda İstanbul Erkek
Lisesinde iken Gülhane Parkında karşılaştığı bir kıza aşık olmuştur. Çocuğun
sürekli “Babacığım beni affet!”
demesinin nedeni ise yazarın geçmişte yaşadığı bir pişmanlıktan dolayı kendisiyle
hesaplaşmasıdır. Bu çocuk, sevdiği kıza açılamayan ve içinde kurguladığı tuhaf
bir mazeretten dolayı sevgilisinden
vazgeçen yazarın kendi çocukluğudur.
Baba:
Yazarın sevdiği kadınla evlenmesi halinde olası baba olma halidir. Aslında
çocuk, yazarın kendi çocukluğu, baba ise yazarın güya sevdiği kadınla evlenmiş olarak
kurguladığı kendisidir. Bu nedenle insanlar
bu adamı (babayı) sürekli
anlatıcıya(yazara) benzetiyorlar.
Kadın: Yazarın
İstanbul Erkek Lisesinde okurken Gülhane Parkında tanıştığı ve aşık olduğu
kızdır. Güya evlenmişler ve bir
çocukları olmuş; ancak kadın çocuğu doğururken ölmüştür. Çocuk kadının
ölümünden kendini sorumlu tutmaktadır. Annesinin ölümüne kendisi neden olduğu için babasından
sürekli af dilemektedir. ( Bu adam yazarın
kendisi, güya evlenmiş halidir.)
Ölü kadın, çocuğu ve babayı orada
bırakıp uzaklaşmıştır.
Diğer adam: Çocuğun şahit olarak beyninde yarattığı
diğer ölü adamdır. Yazarın sevdiği kıza
aşıktır.Yazara onunla evlenmek istediğini
söyler ve aralarından çekilmesi için yalvarır.Yazara isterse
başka sevgiler bulabileceğini söyler. Yazar, böylece kendini bir yalana inandırmıştır. Adamın
kadının peşinden kahkahalar atarak
gitmesi yazarın (anlatıcının)
çocukluğunda ve şimdiki halinde
yaşadığı yalnızlık ve melankolinin sonucudur. Buna depresyon, duygu
durumu bozukluğu, diyebiliriz. Anlatıcının durumu tam olarak halüsinasyonlu
melankoliye uygundur.
Çocuğun yanlarında şahit olarak
gösterdiği adam, güya yazarın sevdiği kıza aşık olan ve onunla
evlenmek istediğini söyleyen kendinden
birkaç yaş büyük olan rakip aşıktır.
İstanbul Erkek Lisesinden ayrıldıktan
sonra Bursa Lisesindeki yalnızlığı, dalgınlığı onun ilerideki ruh halinin
habercisi olabilir. Belki de rüya görmeye bu yıllarda başlamıştır. Aşık
olduğu kızı gerçekten başkasına terk
etmiştir ya da kendisini buna inanmıştır. Babasının istediği adam olamamak, aile kurma özlemi, çocuk
sahibi olma isteği ve şimdiki avareliği, bekarlığı onun derin çatışmaların
içine çekmiştir. Kişilik çatışmasına dönüşen bu ruh hali onda hastalıklı bir
hal almıştır.
Yazarın babası, oğlunu okutmak için çok uğraşmıştır. Yazar bu
çabanın ezikliğini de yaşamaktadır. Eğer eğitimini tamamlamış olsaydı şimdi
devlet dairesinde çalışan bir memur olacak,
gerçek adı olan Mehmet Sait olarak hayat sahnesinde yerini alacaktı. O
nedenle hikayenin sonunda karşılaştığı kendi
tahsildar olmuş hayaline “Oğlum
Mehmet, ne arıyorsun buralarda ?”
diyecek olmuştur.
Dil ve
Üslup: Sait Faik bu öyküyü sürrealist
bir anlayışla yazmıştır. Geçmiş ve bugün, gerçeküstücü bir kurgulama ile ele
alınmıştır.
“Çürümeden çok önce, galiba
kokuşmadan da evvel, ölümle dirim arasında geçen kavganın sonundaki boşlukta;
birtakım ecza şişelerinin küçüklü büyüklü, sıra sıra dizildikleri, ağızlarını
açıp bekleştikleri zamanı; ötekisi ile; sıcacık bir oda ve bir sepet içinde
kokmaya, bir kurt yüzünden bozulmaya, delirmeye, canlanmaya hazırlandıkları
zaman parçası ile karıştırıyorum.” örneğinde olduğu
birkaç yerde uzun cümleler kurnasına rağmen genelde kısa cümlelerle hareketli
bir anlatım oluşturmuştur.
“Çocuğun burnuna yıldızlardan, çamurdan,
tohumdan, albümin ve asit parçalarından bir taze ve belirsiz balık kokusuna,
çok uzaklardan alınmış bir deniz kokusuna benzeyen bir koku geliyor.” örneğindeki
gibi başarılı betimlemeler bir iklimin kokusunu
burumuza taşıyor.
“Balık pulundan gözleri var. Avucunun derisi kedi
dilinden. Nefes alışında tüy sıcaklığı ile kar soğukluğu,..” ifadelerindeki imgesel anlatımı şiirlerde görmeye alıştığımızı
söyleyebiliriz. Sait Faik’in şiirde
hikayeyi, hikayede şiirin imkanları kullandığı sürekli dillendirilmiştir.
Kendisi de, ne yapayım benim tarzım bu, ben de böyle yazıyorum, tarzında
cevaplar vermiştir.
(Ahmet TOK,Fenerbahçe Anadolu Lisesi Edebiyat
Öğretmeni)
(1)
Biyografik bilgiler Vikipedi, Sait Faik Abasıyanık maddesinden alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder